Bir anda, kimseye sormadan, hesapsızca gidip o ağaca sarılan
gencin cesareti. Büyük resim arayanların bakması gereken o cesaret.
Ama öncelikli soru şu: Gezi Parkı kimin?
Sürekli olarak ekonomik zarardan söz eden, esnaf kan ağlıyor
ezberini tekrar eden ve anlayışlı bir ağabey ifadesiyle “250 bin insanın yaşadığı, 1 milyondan fazla günlük insan sirkülasyonu
olan Beyoğlu’nun yaşam kanallarını tıkayan barikatları kaldıralım. Herkesten
‘orantılı empati’ bekliyorum,” diyen Beyoğlu Belediyesi midir Gezi Parkı
üstüne söz söylemesi gereken? Eğer öyleyse bu sözleri söyleyen başkan dışındaki
karar vericiler neden susmaktadır. Yoksa Beyoğlu Belediyesi’nin görevi tıpkı
Emek Sineması örneğinde olduğu gibi ağabeyinin sözünü dinlemek ve bu sözün
gereğini yapmak mıdır?
Yoksa Gezi Parkı hakkında çalışmalar yapmak, kararlar
vermek, adı üstünde yerel bir yönetim sergilemek Büyükşehir Belediyesi’nin işi
midir? Nedense ilk günlerde kontrollü bir belirsizlikle işi geçiştirip
direnişin birinci haftasında “Topçu
Kışlası’nda AVM, mağaza, otel ve rezidanstan vazgeçildi. Müze yapılacak,”
diyerek konunun arkasından dolaşmaya çalışan Büyükşehir Belediyesi midir şehrin
kalbindeki park için karar verecek olan? İstanbul Büyükşehir Belediye
Meclis’inde Taksim Gezi Parkı’nın yeşil alan olarak kalması için yapılan
oylamada, parti kararı doğrultusunda mı verilmiştir oylar? Bir kişi bile “Bırakın merkezden gelen emirleri, gözümüzün
önünde neler olduğunu görmüyor musunuz?” diyemez mi? Diyemez. Belli ki
belediyeler, merkezi yönetimin kuklası olmaktan öte, kararlarını uygulayacak
yürütücüler olmaktan öte bir varlık gösteremeyecekler. Demek ki zamanında
İstanbul’a yerel yönetim lideri olmuş bir başbakanın varsa, senin karar
vermekle uğraşmana gerek kalmıyor. Emirleri harfiyen uygulamak yerel yönetici
olmanın tek koşulu haline geliyor.
Belki de emniyet müdürüdür konuşması gereken. Hatta validir.
Hatta İçişleri Bakanı’dır. Olabilir. Bu isimler de Gezi Parkı’nın sahibi
olabilir. Şafak baskınından sonra “Başka
çaremiz yoktu,” diyen bakan, sabaha karşı yaşadığı bir vicdan kriziyle “Gençler, Gezi Parkı’nda kuş sesleri, ıhlamur
kokusu ve arı vızıltısıyla huzurlu bir sabah varmış doğru mu? Aranızda olmak
isterdim” diyen vali, valisi konuşurken yüzündeki tebessümü korumaya çalışan
emniyet müdürü olabilir parkın sahibi.
Uzar gider liste. Eminim daha pek çok sahibi vardır parkın.
Muhalefet partilerinden durumdan fayda çıkarmaya çalışanlara pek çok isim
konuşabilir. Ağzı dili lal olan medya bile sahiplenebilir Gezi Parkı’na. Belki
de lobilerdir park hakkında söz söyleyecek olan. İsteyen sahiplenebilir,
isteyen konuşur Gezi hakkında. Söz söyler. Slogan atar. Şiir yazar. Romantik
cümleler yazar. Twitter kahramanı olur.
Ama listeler yapmaya, muhatap aramaya hiç gerek olmadığını
da biliriz hepimiz. Çünkü Gezi Parkı hakkında karar verecek tek bir kişi var. O
bir İstanbul sevdalısı. O yeşile, insana, çevreye, memlekete sevdalı. O şiire
sevdalı. Beraber yürümeye, beraber ıslanmaya sevdalı. Çok çocuklu ailelere,
sözünden çıkmayan evlatlara, iktidarı karşısında ceket ilikleyecek kadrolara,
tek sözüyle gaz bombalarını savuran polisine, büyüyen ekonomiye sevdalı. Kusura
bakmayın, değiştiremezsiniz onu. O bir sevdalı.
Konu elbette “üç-beş ağaç” konusu değil. Bir de o ağaçların
gölgesi var. Gün doğumunda, gün batımında bir o yöne bir bu yöne uzayan
gölgeler. Hani şu meşhur gençlerin üstüne oturduğu gölgeler. Satılabilse o
gölgeler, onlara da sevdalı olmak mümkün. Süreci uzun uzadıya tekrar etmeye
gerek yok. Başlangıcından bu güne türlü ruh haline savurdu bizi. Direnişçilerin
elinde tek güç vardı: Mizah! Mizahın nasıl güçlü bir birleştirici olduğunu
gördü herkes. İktidarın dili, muktedirin öfkesi mizahın her adım atışında bir
kere daha ne yapacağını şaşırttı. İdeolojik baskıların, iktidar oyunlarının,
sınıflandırıcı yaklaşımların içini boşalttı mizahın gücü. Gezi Parkı
eylemlerine, bu eylemlerin merkezini oluşturan kuşağa özgü yeni, güçlü bir dil
geliştirdi. Bu gücün karşısında daha da öfkeli bir dile yasladı sırtını,
muktedir olanlar. “Yedirtmeyiz”e kadar geldi konu. Zaten o dilin başlangıç
noktasında da “çapulcu” duruyordu.
İşte umut tam bu noktada, anlamı iki gün içinde değiştirilen
bu kelimede yatıyor. Neyin umudu mu? Özgürlükçü bireylerden oluşan bir
geleceğin umudu. Ötekileştirici, cinsiyetçi, dinci, cemaatçi, milliyetçi,
ulusalcı etiketlerini göğüslerinden söküp özgürlükçülük paydasından
buluşabilen, yeni bir aydınlanmanın izinde yürümekten korkmayan bireylerin
oluşturacağı bir geleceğin umudu. Öfkesini neşesiyle dengeleyebilen,
küreselleşme tuzağına düşmeden küresel verileri değerlendirebilen bir kuşağın
verdiği umut. O kelimeye, aşağılama ve hakaret olarak sarf edilen çapulcu
kelimesine sahiplenişiyle, siyasetin ve iktidar etme şehvetinin ezberlerini
bozan bir kuşağın verdiği umut.
Metin Solmaz’ın bir tespitini paylaşmalıyım. Şöyle diyor: “Demedi demeyin. Bu chapulling
lafının gidişatı Beatnik ve Jazz kelimelerinin çıkışına benziyor.
Her ikisi de aşağılamak için kullanılmış ve sonra sahiplenilmişti. City Light
Books civarında örgütlenen Ginsberg, Ferlinghetti ekibini aşağılamak için ‘Beatnik
lan bunlar!’ denmişti, onlar da kendilerine bu ismi seçip beat kuşağı demişlerdi.” Gezi Parkı çapulcularının bir akım
oluşturması, bir mainfesto çevresinde birleşmeleri gerekmiyor; böyle bir
dertleri de yok zaten. Ama yıllar sonra bu kuşak, bu günleri yazacak,
resimleyecek, sahneleyecek, filmini çekecek. Sanat üretimlerinde mutlaka bu
günleri anlatmaları gerekmiyor. Önemli olan bu günlerden çıkan bir ruh haliyle,
o harika çapulcu gömleğiyle üretecek olmaları. Gezi’de, Gazi’de, Kuğulu’da,
Adana’da, Antalya’da, Eskişehir’de, ülkenin ve dünyanın her yerinde çapulcu
gömleği giyenlerle birlikte yeni bir dünyanın arayışı içinde, yeni bir sanat
üretimin dinamiklerini gösterecekler bize. Bugünlerde kendilerine ağabeylik
yapan, anlayışlı bir şekilde başlarını okşayan, varoluşlarının analizleri
üstünden zeka gösterisi yapan herkesi-her duruşu reddederek üretecekler.
Usta-çırak ilişkilerinin iktidar alanı belirleyen gölgesinde serinlemeden
çıkacaklar sanat meydanına. Tıpkı şimdi meydanlara çıktıkları gibi birden,
kimseye sormadan, hesap-kitap yapmadan. Cesurca.
İşte o cesareti görmekten daha umut
verici ne olabilir? Benim gördüğüm resimde ağaca sarılmış bir genç duruyor. O
gençten öğreneceğimiz çok şey var. Tabii sözünü dinlemeye, o ağaca onunla
birlikte sarılmaya cesaretimiz varsa. Gerçi iktidarın gölgesine sığınıp kaçmaya
çalışsanız da, ezberlediğiniz süslü cümlelerin dışındaki sözlere kulağınızı
kapatsanız da bir şey değişmeyecek, onlar yine de duyuracaklar seslerini.
Soruyu cevapsız bırakmayalım. Gezi
Parkı işte o cesaretin. O cesaret bir kuşağın tarihini yazıyor. Şimdi ve
burada.