‘Kahkaha diye bellediğim hüznün ta kendisiymiş meğer’

Burcu Aktaş‘ın 4 Kasım tarihli Radikal Kitap Eki için yaptığı söyleşi. Söyleşinin fotoğrafını Muhsin Akgün çekti…

‘Kediler Güzel Uyanır’da, detaylarla haşır neşir karakterler ile senin buluşların birleşiyor. Bu öykülerinde detayın daha ağırlıklı olduğunu söyleyebilir miyiz?

Elbette. Aslında başka bir noktadan yola çıkarak cevaplamak isterim sorunu. Resim sanatında çerçeve meselesi her zaman ilgimi çekmiştir. Ressamın boyama alanı çerçevenin içiyle sınırlıdır. Ama öyle resimler vardır ki, kompozisyonuyla, renkleriyle, detaylarıyla biz bakanlara hikâyesinin çerçevenin dışına taşan kısmını düşündürür. Örneğin, Van Gogh’un “Arles’teki Yatak Odası” tablosuna bakıp odadaki sandalyeler, komodinin üstündeki nesneler, duvardaki askıda sallanan havlu üstünden bir yaşamın hikâyesini kurmayan var mıdır? Ben de ‘Kediler Güzel Uyanır’daki öykülerde, yazılanın, sayfalara sığdırılanın dışında kalanlar okurun algısında oluşsun istedim. Her okur kendi öyküsünü yazsın, her algıda farklı bir anlam kazanacak detaylar, nesneler, an’lar, üstünden çok sayıda farklı okumaya ve öyküye ulaşmak istedim. Bütün o detayların, nesnelerin, öykünün içinde nefes alıp verdiği atmosferin birer karakter olmasını ve görünmeyen hikâyelerini okura yazdırmasını amaçladım. Öncelikle de metinlerin ilk okuru olan bana…

Minimali yakalayan bir kitap olmuş ‘Kediler Güzel Uyanır’. Edebiyatta minimale doğru yol alış ustalık devri sinyali gibi geldi bana…

Yazarken bir paye beklemiyorum açıkçası. Ama mutlaka bir şey denecekse, sadece yazarken değil, hayatımda da sevdiğim ruh hali, sürekli öğrenci olma halidir. Minimal bir anlatının kurulması, dilini bulması daha zorlu bir süreç gerektiriyor, kabul ediyorum. Bu kitabın yazılması sürecinde, çok sayıda öykü, dilediğimce “yalınlaşamadıkları” için çöpe gitti. Kimi zaman da bir kelimeyi bulabilmek için günlerce dört döndüm.

Metinlerinde okuru koluna takıp onunla birlikte oyun oynamayı sevdiğini biliyorum. ‘Matruşka’ adlı öykünde bu oyun durumu biçimsel olarak da var…

Öncelikle şu “okuru koluna takıp, birlikte oyun oynama” benzetmesi için teşekkür edeyim Burcu. Kitapların sayfaları, çocukluğumdan beri kendimi mutlu hissettiğim tek oyun bahçesi. Yazdıklarımı okuyanlardan başka oyun arkadaşım da yok. İlk kitabımdan bu yana o oyunbaz ruh halim beni hiç yalnız bırakmadı. ‘Karbon Kopya’ adlı kitabımda bu oyunbaz ruh yüksek sesle konuşuyordu. Bu kez daha fısıltılı olmasını istedim. “Matruşka” ve benzer metinlere gelince, dünya edebiyatında nice mahir örneğini gördüğümüz biçimsel denemelerin, bir okur olarak bendeki izdüşümleri olduğunu söyleyebilirim. Aklıma gelmişken sorayım; sen de bir kitap kurdusun, yazmaktan ve okumaktan daha eğlenceli bir şey biliyor musun?

Gerçekten bilmiyorum. Oyundan şuraya geleyim. Bu kitapta seni besleyen şeyler var. “Korkak ruh iflah olmuyor”, “Rüyalar, gün boyu sakatlanan zihinlerimizin koltuk değnekleri” diyorsun. Ve rüyalar sayesinde ayakta duranlardan bahsediyorsun. Rüyanın ve korkunun seni besleyen yanı nedir?

İnsanın rüyalarıyla yüzleşmesinde hep korkutucu bir yan olduğunu düşünürüm. İster psikolojik çözümleme yapalım ister geleneksel rüya tabirleriyle açıklamaya kalkalım, her rüya yorumunda, ruhumuzun karanlık ve belki de duymak istemediğimiz bir yönüyle yüzleşiriz. Üstelik bu yüzleşmeye neden olan kendi zihnimizdir. Rüyalar hem gün boyu sakatlanan zihinlerimizin koltuk değnekleridir, hem de bütün korkularımızın bir arada yaşadığı karanlık bir evdir. Ben yazarken, o evin koridorlarında dolaşmayı seviyorum. Rüyalar ve korkularla yüzleşen anlatının, yazarı çıplak bırakan, samimi bir anlatı olduğunu düşünürüm. Hayat denilen karmaşayla başa çıkmanın bir yolu bu benim için. Kitaptaki ‘Beş Duyu’ öyküsünün giriş cümlesini kendime de söylüyorum bu noktada: “Çoğu insandan farkın yok; sen de rüyalar sayesinde ayakta duruyorsun.”

Yine senin cümlelerinden gideyim. “İnsan en kolay kendinden utanıyor. O yüzden sevmem aynaları,” diyor bir karakterin. Böyle bir hesaplaşmayı yapabiliyor. Bu bana şunu düşündürdü. Metro kullanırken en çok dikkatimi şu çeker: Trene giden koridorlarda yürürken, duvardaki aynalara büyüğünden küçüğüne, gencinden yaşlısına çoğu insan bakar. Etraftan çok kendilerine bakarlar. Bence bu modern hayatın getirdiği bir şey… Hesaplaşmamakla, umursamazlıkla, kendini önemsemekle, bir tek kendinle ilgilenmekle alakalı. En çok da kendinden utanmamakla alakalı. Son zamanları da göz önünde bulundurursak, insanların kendinden utanmaktan imtina ettiği bir dünyada hesaplaşmaya açık, utanmaya açık metinler yazmak, karakterler yaratmak benim ilgimi çok çekiyor.

Anlayabilmek için yazıyorum ben. Anladıklarımı anlatabilmek için de kitaplaştırıyorum yazdıklarımı. Anlayabilmek dediğim o fena halde sivri uçlu ve keskin bıçağı ruhuma saplamaktan, kendimle hesaplaşmaktan bir an çekinmeyerek. Giderek o hesaplaşmayı, kendimden taşırıp ayna tuttuğum karakterlere, nesnelere ve sonunda bir bütün dünyaya göstermekten bir an vazgeçmeyerek. Edebiyat, bitmek bilmez bir hesaplaşma. Kurallarını okurla yazarın birlikte koyduğu bir oyunun içinde, kendi bildiğim dünyanın sesiyle yazarak hesaplaşıyorum ben de. O dünyanın en çok yüzleşmesi gereken duygulardan biri değil mi utanç?

Yekta Kopan’ın yazın hayatının başında çocukluğa dair anlar, “baba”lar dönüp duracak değil mi? Oralardan bize bir şeyler getirmeye devam edeceksin…

Seninle bir sırrımı paylaşabilir miyim?

Sevinirim…

Ben aslında çoğu zaman, neşeli, ruh ferahlatıcı bir şeyler yazmak için oturuyorum defterimin başına. Senin deyişinle başımda kahkahası bol kuşlar uçsun istiyorum. Hatta kimi zaman metin bitene kadar da neşeli, giderek komik bir şeyler yazdığıma inanıyorum. Sonra metnin ilk taslağı bitip de okuduğum anda anlıyorum ki, kahkaha diye bellediğim hüznün ta kendisiymiş meğer. Uzun süredir üstünde çalıştığım bir dosya var elimde, şimdi düşündüm de, onda da sözünü ettiğin “kuş”lar uçuyor başımda. Eh kuş bu, dilediğince kanat çırpar, uçma diyemezsin ki…

Comments (2)

"İnsan kendi hayatını bile ancak iyi bir hikayede okuyunca anlayabilir." der Yekta Kopan. Ve ben onun öykülerini her okuduğumda bunun nedenini daha da iyi anlıyorum. Her defasında farklı algılarla yolculuğa çıkıyorum.
"less is more"a daha çok inanıyorum.
"Matruşka"'yı coşkuyla ayakta alkışlarken; "Pazar Günü"'ne gözyaşlarım karışıyor. Hayat da öyle değil mi zaten? Hüzün ve sevinç yan yana…
Bu güzel söyleşiyi bizlerle paylaştığınız için çok teşekkür ediyor, okumayanlara bir an önce "Kediler Güzel Uyanır"'ı tavsiye ediyorum.

Kitabımı kapıp geliyorum..19 KASIM da yanınızda bitiyorum :))

Leave a comment