Bu söyleşi Ankara’da yayımlanan Solfasol isimli bir amatör gazeteden geliyor. Söyleşiyi yapanlar Kübra Ceviz ve Ersin Embel. Sağ olsunlar ricamı kırmadılar ve söyleşiyi Fil Uçuşu’nda paylaşmama izin verdiler.
Peki neden bu söyleşiyi Fil Uçuşu’na koymak istedim. Yolu Ankara’dan geçip de Süleyman Bağcıoğlu’nu bir kez dinlemiş herkes anlayacaktır beni. Bu coğrafyanın en değerli gitaristlerinden birinden söz ediyoruz. Çok dinlemişliğim vardır. Sadece dinlemek de değil; birlikte büyülü-buğulu geceler geçirmişizdir. Ankara’dan İstanbul’a savrulduğum yıllardan beri, orada kalan parçalarımdan biridir Süleyman Ağabey. Kübra ve Ersin o kadar önemli bir iş yapmışlar ki, alkışlıyorum. Anlayacağınız bu söyleşiyi hem geçmişime özlemden hem de Süleyman Bağcıoğlu’na saygımdan paylaşıyorum.
İşte adı da yaptığı gibi güzel gazete Solfasol’dan, noktasına virgülüne dokunamdan Süleyman Bağcıoğlu söyleşisi.
Kulağımızı kentin sesine kapatıp yürüdüğümüz sokaklarda birileri bizim kendimize sakladığımız “hey you” ları çalıyor, söylüyor. Biz de kulaklığımızı biraz olsun çıkarıp bu sesin peşin düştük. Ankara’da Pink Floyd denince ilk onun ismi telaffuz ediliyor. 9 yaşında gitar çalmaya başlayan ve Ankara’da 80’li yıllardan beri gecelere “Shine On You Crazy Diamond” ritmini veren isimlerden bir kuşağın temsilcisi. Gitar virtüözü; Blues Express, In Rock ve Kendinden Prensli At gurupları ile de bildiğimiz Ankaralı Gitarist Süleyman Bağcıoğlu ile Arjantin Caddesi’nde, rock-blues geleneğini yaşatan Ruhi Bey’de sizler için söyleştik.
K- Aslında belli bir takipçi kitleniz var ama hakkınızda pek bir bilgi yok. Solfasol için kendinizi anlatabilir misiniz? Neden Ankara’dasınız? Kabataş Erkek Lisesi mezunusunuz bildiğimiz kadarıyla, İstanbul- Ankara hikâyesi nedir?
S- Amasya doğumluyum, babam orada hâkimdi, 3 yaşımda Ankara’ya gelmişiz. 53 yıldır Ankara’dayım. Liseye kadar da Ankara’daydım. Çankaya Lisesi sonra Kabataş Lisesi’nde yatılı okudum. Karnem zayıf olunca oraya gönderdiler. İyi ki göndermişler, oranın iyi zamanlarına denk geldim. Orada zorlu ama çok güzel senelerim geçti.
E- Müziğe orada mı başladınız?
S- Hayır, Ankara’da ağabeyimden (Murat Bağcıoğlu) görüp gitara başladım 9 yaşımda. O okula gidince gizli gizli onun gitarını çalıyordum. 65 senelerinde Türkiye’de dışarıdan bir kültür akımı vardı, biz ondan etkilendik. Plaklar geliyordu dışarıdan.
K- Kimleri dinliyordunuz o yıllarda?
S-İlk Shadows vardı, Beatles, The Rolling Stones vardı, onları dinliyorduk.
E- İyi enstrüman bulabiliyor muydunuz?
S- O zamanlar İspanyol gitarı vardı, akustik. Sonra elektrik gitara geçtiğimiz zaman ince “mi” telini bulamıyorduk saz teli takıyorduk mecburen.
E- Gitar demişken, sizin yıllardır kullandığınız Fender Stratocaster pek meşhurdur, nedir bu Stratınızın hikayesi?
S- Onu ben kendim yaptım. İsveç’te müzik yapan bir arkadaşım 1980 senesinde Ankara’daydı. Bana bir gitar sapı verdi, gitar yapmam için. Tokai sapı, Japon.. O zamanlarda beraber çaldığımız basgitarcı arkadaşım Arın Yüceler ile beraber karar verdik yapmaya. O, eski bir akça kütük bulmuş, muhteşemdi. Ondan ben gitarımın gövdesini yaptım, Arın da bas gövdesi yaptı. Şansıma çok güzel tuttu. 82’de yaptım, 83’de çalmaya başladım. 20 sene bütün manyetikleri denedim. Manyetiklerin ağaçla uyuşma durumu önemlidir. Son halinden memnunum, tamamdır.
E- Bunu sormamın nedeni şu: Gitarla ilgilenenler hak verecektir, gitar alınacaksa mutlaka Amerikan olmalı, orijinal olmalı diye düşünülür halbuki markasız bir gitarla da iyi işler yapılabilir.
S- Tabi, 90’ların başına kadar Gibson ve Fender markaları güzel üretiyordu. Sonrasında bu markaların gitar yapımı için kullandığı orman bitti. Ağaçlar kurumamış ve iyi çıkmadı, işçilik ucuz olunca da kötü işler çıktı. Geçen senenin başından beri tekrar güzel gitarlar var ama ben hala verilen paranın markaya verildiğini düşünüyorum. Çin’den bile iyi gitar çıkıyor. İlla ki marka olması zorunlu değil. Gitar çalmadan, denenmeden alınmaz. Markasız bir gitar da çok güzel çıkabilir.
E- Çaldığınız mekânlara geçelim. Ankara’da ilk zamanlarda Balgat’taki Amerikan Üssü’nde çalıyormuşsunuz?
S- Profesyonel anlamda öyleydi, ondan önce de Amerikan Kültür Derneği’nde konserler oluyordu. İki üç ayda bir oluyordu. O zamanlar barlar yoktu, çalacak bir mekan yoktu, Amerikan üssünde çalıyordum. 80’li yılların başıydı. Dinleyiciler, Amerikalı askerlerdi, dışarıdan Türk giremiyordu, sadece misafirlerimiz vardı. Sonra ilk Siyah Beyaz’da başladık. Arın ve Cemal Atahan vardı. Davul yoktu. Cemal hem vokalistti hem tumba çalıyordu. İlk live müzik Ankara’da orada başladı bizimle. Bir sene sonra A-Bar oldu, Farabi’nin oradaydı. Bir sene sonra oranın sahipleri F34A diye diskotek açtılar
E- Bu mekânların açılmaları nasıl karşılandı? Ankara aç mıydı böyle mekânlara?
S- Tabii ki, zaten Siyah Beyaz, resim galerisiydi. Sahibi ile Cemal çok iyi arkadaşlardı, Cemal’in fikri ile çalmaya başladık 84 yılında. Haftada iki gün çalıyorduk, Şili meydanına kadar kuyruk oluyordu. İlk bir sene acayip bir talep vardı. A-bar bir sene sonra patladı, 85-86 yılı gibi. Orada da haftada iki gün çalıyorduk, 300-400 kişi oluyordu. Ve içeride bir tane yanlış adam yoktu. Çok güzeldi. Şimdi ile uzaktan yakından alakası yok.
E- Siz o yıllara tanıklık ettiniz, biz de merak ediyoruz; Ankara’da 80’li yıllardan itibaren müzik hayatı nasıl bir yönde değişti?
S- Her taraf rock veya blues olsun diye düşünen bir manyak değilim, ama tersi olarak her şey tek tip olmaya başladı. Müzik, eğlence, düşünce tarzı, mekânlar tek tip. Eskiden de sponsorlar vardı ama içerisinin tefrişine karışmazdı. Mekânların dekorasyonu bile standart şimdi, sanki hepsinin sahibi bir. Bir kere mekân sahipleri buna sahip çıkmalı. Ucube mekânlar ortaya çıktı.
E- Sakarya’nın Sakarya olduğuna da tanıklık etmişsinizdir. Önceleri klasik rock cuma-cumartesi akşamları olurdu, sonra 2000’lerde kırılma noktası oldu. Sonra alternatif rock çıktı ve pop’a döndü. Ruhi Bey bu geleneği yaşatıyor sanırım.
S- Evet, Ruhi Bey’in sahibi ile kafalarımız uyuşuyor. Aynı jenerasyondayız. Biz kara kara nerede çalacağımızı düşünüyorduk. Burası hem live müzik hem dj müziğinde çok iyi. Hiçbir yerde bu dj müziği çalınmıyordur, eminim. Bu müzik zaten müşterinin kalitesini de belirliyor. Ama kimse bunu düşünmüyor, hangi grup revaçtaysa onu getirelim anlayışı var. Bu yanlış, sen önce bir ambiyans yarat sonra gelen müşteriye gece çorba servisi yapıyormuş gibi live müzik sunacaksın. Karakterin olmalı. Her tür müziği yansıtacak mekânlar olmalı, seçme şansımız olmalı. Ama yok. Bizim seçme şansımız yok.
K- Gittiğiniz, sevdiğiniz mekânları soralım yeri gelmişken?
S- Zodiac ve James Cook’a gidiyorum. Çalınan müzikler ve gelen insanlar yüzünden tercih ediyorum. Eğlenceli müzik diye bir şey çıkardılar, kavramlar tek tip oldu. Eğlenceli müzik herkese göre değişir. Kimisi Bach dinleyerek eğlenir, kimi başka. İnsanların beynini tek tip hale getirip eğlenceli müzik, eller havaya, pop müzik oldu.
E- Bir virtüöz diyebiliriz size, peki ulusal ölçekte insanların sizi tanıması için albüm, beste çalışmaları neden olmadı, ya da olacak mı?
S- Estağfurullah, ben besteci değilim, çalgıcıyım, yani yorumcu. Besteci olsaydım, şimdiye kadar çıkardı. Albüm için kendime ait bir müziğim olmalı, çaldığım parçaların orjinalleri var. Böyle olmaktan gocunmuyorum, ben buyum. Bunu seviyorum. İnsanlar hep soruyor beste işini. Ama yok.
E- Sizin gibi iyi çalan biri hemen eline mikrofonu alabilir, albüm yapmaya girişebilir, bir sürü örneği var. Bu sizin tevazunuz.
S- Bu kişisel bir durum, ben çok ince eleyip sıkı dokuduğum için bunu yapamam. Kendimi mukayese ettiğim bir tarz, bir çizgi var, orası var. Kalsın yerinde diyorum. Belki de yanlış yaptım. Kafa yordum buna aslında ama bir şeyler olsaydı çıkardı şimdiye. Beatles’a bak, dünyanın en büyük bestecileri, 17-18 yaşlarında bunu yaptılar.
K- Buradan “Kendinden Prensli At” ve öncesine, sizin çaldığınız gruplara geçebiliriz?
S- Lisede, Liselerarası Milli Eğitim Müzik Yarışması’na katılmıştık, Ankara’ya döndükten sonra Parthenogenesis Music diye bir gurubumuz vardı. Gitar, davul, trombone vardı. Hatta Cumhuriyet Halk Partisi millet vekili Emrehan Halıcı davulcumuzdu. 73’ten beri arkadaşız, onunla çaldık çok. Vokal yoktu, enstrümanteldi. Son 5 yıldır festivallere ön ayak oluyor hatta. Sonra Amerikan Kültür Derneği salonunu açıyordu bize orda çalıyorduk. Üç dört ayda bir konser etkinlikleri oluyordu. Abimle Çalarsaat grubunu kurduk. Abim, ben, Kemal Çiftçi, Ali Aktan, davulda Nusret Gündüz. İki sene o grup devam etti. Sonra Cemal ile bir araya geldik, The Gang’i kurduk ve Siyah Beyaz’da çalmaya başladık, sonra A-Bar. Ben bu arada Turizm Bakanlığı’nda 7 sene memurluk yaptım. Son iki senesinde Turizm Bankası’na geçtim, beni Beldibi’ne gönderdiler. Bu iki sene boşluk oldu bende. 1989’da istifa ettim, Graffiti’yı açtık. Ortaklardan biriyim. Sadece çalmak istedim, işletme sahipliği bambaşka bir şey. Bu nedenle devrettim. 91’de Dog Bar ?? açıldı Çankaya’da, The Gang olarak çaldık, 94’te Menhattan’da çalıyorduk. 3-4 yıl sonra Blues Express, sonra In Rock kuruldu. İlk ismi Project’ti. Klavyecimiz diretti ama hiçbirimiz ismimizi sevmiyoruz ama değiştiremiyoruz.Yapıştı kaldı. Kendinden Prensli At’ı seviyorum mesela. O grupla iki sene çaldık ama yer bulamadık, kendi halinde duruyor.
E- Müzikle devam edelim, enstrüman bulmak yetmiyor, bir de bunun bakımı vardır. Bunlar ne zamandan beri Ankara’da rahat ulaşılır hale geldi? Ankara’da müzik aleti satan dükkânlar canlandı?
S- 80’den itibaren acil olanları bulabileceğiniz dükkânlar vardı. Gitar da amfi de vardı ama ufak parçalar yoktu. Yurt dışına giden birine sipariş ediyordunuz yine. Bir de pavyonlarda eskiden beri çalanların çok güzel aletleri vardı. 80’lerde, 70’lerde pavyon dediğimiz yerler acayip yerlerdi. Saat 9-12 arası çok iyi gruplar çıkardı. Feyman diye bir yer vardı mesela orada çok özel gruplar çıkardı. 12’den sonra sanatçı çıkardı. O zaman da bizim dinlemediğimiz müzikler ama şimdiyle karşılaştırınca çok iyiydiler.
E- Şu sıralar, Türkiye’de, dünyada kimleri dinliyorsunuz?
Ş- Hep eskileri dinliyorum. 1980’de Dire Straits o defteri kapattı. 80’den sonra çıkanlar, haklarını yemeyim ama beğenmiyorum.
E- Belki U2, Muse falan olabilir? Sahne performansı olarak.
S- Performans deyince insanlar neyi kast ediyor, sahne performansı ise, sahne efekti ise Pink Floyd bunun en alasını yaptı. İyi müzik olunca zaten diğerlerine gerek yok. Grup kötü ama diğer aldatmacalarla insanları da kandıramazdınız. Yumurta yerlerdi herhalde. İstediği kadar iyi show olsun. Ortada iyi şeyler kalmayınca show önemli hale başladı.
K- Yeniler için şu iyidir, konserine gidilir diye tercih ettiğiniz yok mu yani?
S- Tercih etmiyorum, zorunda da hissetmiyorum henüz. Bu arada benim hiçbir arşivim yoktu, beynime kaydediyordum. Sonradan dönüp baktığımda o yıllarda Almanya’da mesela neleri kaçırmışız, aklınız durur. O zamanlar meşhur olamamış guruplar bunlar. Deep Purple’dan Led Zeppelin’den yer yoktu meşhur olamıyorlardı, onlar biraz kenara çekilince ortaya çıktılar. Mesela Metallica, geçenlerde İstanbula’a gelen iron maiden, meydanı boş bulunca çıktılar. İkinci Led Zeppelin çıktığında heavy metal kavramı o zaman geldi, metal grubuydular, Black Sabbath da öyle.
E- Benim kuşağımdaki Rock müzik dinleyicisi için Yüksel Caddesi’nde Hayri vardı, daha eskiler Amerikan Pasajı’ndan bahsederler. Sizin kuşağın aradığını bulduğu mekânlar nerelerdi?
S- Tansel Plakçı vardı YKM’nin oralarda. Ben tam bilmiyorum, o zaman plak da almıyordum. Çünkü parayı vermek zorunda olduğum gitar ve aletler vardı. Ama yine de rahat ulaşıyordum.
K- O dönemde arkadaşlarınızla gittiğiniz, sohbet ettiğiniz mekanlar nerelerdi ?
S- A-Bar ve Siyah Beyaz dışında güzel kafeler de vardı. O zaman da azdı ama oralarda çalan müzik şimdikine göre gene iyiydi. Evlerimizde de buluşuyorduk.
E- Ankara’da sosyo-kültürel anlamda kötüye doğru bir gidiş mi var?
S- Bana göre öyle. Ama başkasına göre iyi olabilir. Tandoğan Meydanı’nda oturuyorduk mesela biz, çok güzel bir meydandı. Şimdiki gibi değildi. Güzel bir heykel vardı, 70’lerde yapılan. Çıplak diye kaldırdılar onu, çok güzel bir heykeldi. Şimdi rezalet bir maşrapa var. Bunu anlamıyorum, din ile ne alakası var, çok acayip.
K- Son zamanlarda Ankara’da uluslararası festivaller çoğaldı, nasıl değerlendiriyorsunuz?
S- İstanbul’da çok iyi, iyi ki orada değilim para yetmez. Ankara’da da Elton John dinledik ucuza, çoğu kişi farkında değildi. İngiltere’de böyle dinlemek zor.
K- Müzik’ten Ankara’ya geçelim, zaten hep vardı ama. Sanatçının kent ile kurduğu ilişkiyi düşünelim. Sanatçının ruhu ile kentin ruhu birbirini etkiler. Ankara sizi nasıl etkiliyor?
S- Bu iki ruh o kadar bağlantılı ki, sanatçı değil memur olsanız yaşadığınız yerin ruhu yaşantınıza etki eder. Mutlu olursunuz ya da olmazsınız. Ayriyeten resim, müzikle falan ilgileniyorsanız beslenmeniz lazım. Ama Ankara’nın bu durumuna rağmen hala besleniyorum. Ankara manyağıyım galiba.
E- Hemen soralım o zaman Ankara’nın en sevdiğiniz, özel olan, kendinizi iyi hissettiğiniz lokasyonu neresi?
S- Mesela Kale acayip, çok güzel. Bu tarafları, Gaziosmanpaşa’yı seviyorum. Genelde her yeri güzel ama farklı bir enerjisi olan bir tek Kale var, diğer yerler şehir işte.
K- Az önce sorduğum soru ile bağlantılı olarak, Zeki Demirkubuz Yeraltı’nı sadece Ankara’da çekebilirim dedi. Kentin ruhu sizin yaptığınız müzikle de ilişkili?
S- Evet, mesela ben İstanbul’da hem okudum, müzik çalmaya da gittim haftada iki gün. Çok güzel bir şehir ama oraya gittiğim zaman birisi resmen bütün hatlarımı kesiyor. Üretme ihtiyacı duymuyorum, çalayım da gideyim bir an önce oluyorum. Ankara’nın en beğenmediğim halinde bile böyle hissetmedim. Bu da benim problemim. Ankara aslında başka bir şehir bu da mekandan ziyade onun anlamını belirleyen insanlar önemli. Yoksa cennettesin ama acayip bir tayfa var yanında, ben ne yapayım orayı. Bence İstanbul’da negatif bir durum var.
K- O zaman Ankara’nın politik gündemine geçelim, 50 yıllık Ankaralı olarak dertlisiniz de. Ankara’nın politik gündemine, gündelik hayatına, kentsel sorunlarına sanatçıların ilgi göstermediğini gözlemliyoruz, bu bir tür yabancılaşma mı?
S- Öyle görünüyor ama bence niye Ankara yabancılaşmış olsun, belki de İstanbul’dakiler yabancılaşıyorlar. Körler sağırlar birbirini ağırlar durumu var. Hem sadece Ankara değil Türkiye’de öyle. Türkiye’nin sesi çıkmıyor. Evet benim de problemlerim var, gördüklerim ve memnun olmadıklarım var ama değiştirmek için demokrasi var, öyle deniyor. Bir de ilerisi var şimdi. Memnun olmayınca insanlar akıllarını kullanıp oy verip değiştirsinler. değişmediğine göre biz memnun olmayanlar azınlıktayız demektir. Yapacak bir şey yok. Karşı duruşlar da oluyor aslında ama düşünce tarzı tamamen değişirse bir şeyler olur.
K- Ankara’ya dair anlatacağınız özel bir hikâye, zaman-mekan-insanlar var mı?
S- 95 yılına kadar Ankara’da her şey çok özeldi. Yaşam alanlarımız daraldı. Ankara’nın bütün görünümü değişti. Fizibilitesini bilmiyorum ama aklım, gözüm var bu alt geçitler ne işe yaradı mesela? Görüntü olarak Kuğulu Park civarı şimdi şehirlerarası yol gibi oldu. Teknik bilgiye sahip değilim ama insanım, görüyorum. Yaptılar oldu. Keyif aldığımız yerler gittikçe azalmaya başladı. Herkesin yaşama alanı olsun öyle bir şey demiyorum, herkesin gitmek istediği yer olsun, tercih edebileceği yer olsun. Bizim gibilerin yaşam alanlarına ne oldu ama, daraldı ve sıfıra inmeye başladı. Bizim yaşam alanımıza ne oldu?
Sayın Kopan, bu güzel söyleşiyi internet ortamında bizerle paylaştığınız için teşekürler…
GERÇEKTEN TEŞEKKÜRLER.
Süleyman abinin çaldığı gurupların en önemlisi Bulutsuzluk Özlemi var. Unutulmuş…