Kendine Ait Bir Oda

Ellisini çoktan geride bırakmış dul Maguy, torunu Felix’in ender bulunur bir lösemi türüne yakalanmasıyla büyük sarsıntı geçirir. Üstelik Felix’in babası Jean-Philippe, bu süreçte maddi-manevi her tür desteği esirgemektedir. Belçika Radyo Televizyonu’ndaki konuk karşılama hostesliği görevinden emekli olmuş Maguy’ün 1227 Avroluk maaşıyla, ayda fazladan 2000 Avro gerektiren bu ilaç tedavisini karşılaması mümkün değildir. Hızla ve büyük miktarda para kazanmak zorundadır. Bir-iki başarısız iş girişiminden sonra, rastlantı sonucu gördüğü “Hostes Arıyoruz” ilanı Maguy’ün hayatını değiştirecektir. Mekanın sahibi Camille, ilandaki hostes kelimesinin, ‘fahişe’ anlamına gelen bir mecaz olduğunu söylemesiyle, sonunda toplumun kafasına düşecek olan küçük kaya, büyük bir yardan yuvarlanmaya başlar. Camille ve Maguy arasındaki kısa konuşma hem bize elimizdeki kitabın çoğu zaman melodramatik, yer yer ironik ve her zaman ekonomik yapısı hakkında fikir verir, hem de Maguy’ün değişim yolculuğuna tanıklığımız başlar.

1964’de doğan, yazarlığın yanı sıra tiyatro ve sinema yönetmenliği yapan ve özellikle senaryolarıyla dikkat çeken Philippe Blasband, Çağdaş Belçika edebiyatının yalın ve özgün örneklerinden biri olarak görülen bu romanında, aslında çok sayıda klişeyi bir araya getiriyor. Yakın geçmişte dul kalmış ve hayata tutunmaya çalışan kadın, lösemiye yakalanmış torun, ilgisiz bir anne-baba, son umut olarak ortaya konan pahalı bir tedavi, parasızlık… Üstelik daha romanın başında, yaratıcı yazarlık atölyelerinde sıkça konu olan bir soruyu da okura sorduruyor. Bu atölyeler, ‘ya böyle olursa’ diye çevirebileceğimiz “What if?” sorusunun olay örgüsünde kendini gösterdiği anları çokça örnekler. İşte Blasband imzalı Irina Poignet, ana yapısını tümüyle böyle bir örnek-soru üstüne kuruyor: Ya torununuzun hayatta kalması için fahişelik yapmanız gerekirse?

Bütün bu klişeler evreninde farklı ve akıcı bir okuma deneyimi yaşatmak zor. Bu küçük romanın, okurla kurduğu ilişkiyi anlatabilmek için konu üstünden devam etmeli. Patron Camille’in çaresiz bir halde karşısına dikilmiş ve “Eğer mecazi olarak hosteslik yapmak gerekirse, onu da yaparım,” diyen bu kadını mekanında çalıştırmak için bulduğu çözüm, iki yüzlü bir cinsellik anlayışının da aynası oluveriyor bir anda. Her gün bademyağı sürdüğü ellerinin yumuşaklığı fark edilince, Maguy bir ‘boudoir’da yani ‘kendine ait bir oda’da çalışmaya başlıyor. Bir meslek adı belirleniyor kendisine: Irina Poignet, yani Irina Çelik Bilek. Küçücük odanın kırmızı duvarlarından birindeki delikten gün boyu penisler uzatılıyor Maguy’e ve o da müşterilere mastürbasyon yapıyor. Roman bu ilgi çekici olay örgüsüne yaptığı küçük dokunuşlarla okurun ilgisini ayakta tutmaya çalışıyor. İşte kitabı bütün o klişelerin ötesinde değerlendirmemizi sağlayan da, doğallıkla aktarılan düşünceler, kırılgan anlardan örülü sahneler, karakterlerin kıstırılmışlığını üstüne basmadan aktaran küçük cümleler… Kitabın bir başka yeteneği de yan karakterleri ekonomik kullanmasında. Püriten orta sınıftan çıkıp bambaşka bir dünyanın akışına karışan Maguy’ün bu yan karakterlerle ilişkileri üstünden bir toplum muhasebesi yapmayı başarıyor Philippe Blasband. Kitabın sayfaları boyunca Patron Camille, temizlik ve koruma işlerini bir arada yapan Afrika göçmeni Francois, Maguy’e mastürbasyon yaptırmanın sırlarını öğreten Luisa, yorgun fahişe Claudine ve alkolik fizyoterapist Richard, korunaklı dünyalarımızdaki sahte samimiyetlerden çok daha içten bir dostlukla sarmalıyor biz okurları.

Kitabın çoğu sayfasında bir film izliyormuşuz hissine kapılmamız boşuna değil. Blasband, yapıyı kurarken, görsel bir algıya sırtını yaslıyor. İç hesaplaşmayı özellikle sahne sonundaki detaylara bırakıyor; bir senaryo matematiğiyle işletiyor romanını. Ne de olsa edebiyat dünyasından çok, sinema dünyasında tanınan bir isim Blasband. Belçikalı yazar, ünlü l’Athénée Royale d’Ixelles’de okuyup, ardından INSAS sinema okulunun montaj bölümünden mezun olduktan sonra çok sayıda uzun ve kısa metraj film senaryosuna imza atmış, kimilerini de yönetmiş. Bu alandaki en önemli çıkışını başrollerini Fanny Ardant ve Gerard Depardieu’nün oynadığı ‘Nathalie’ ile yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ama çoğu sinemasever için en akılda kalıcı senaryo çalışması hiç kuşkusuz ‘Gilles’in Karısı’.

Bu kitap da, Blasband’ın senaryosuyla ve yazarın kısa filmler zamanında beri yakın arkadaşı olan Sam Garbaski tarafından ‘Irina Palm’ adıyla beyaz perdeye taşındı. Filmde Maguy’i Marianne Faithfull canlandırdı. Açıkçası filmin üstünde oluşan ilgi halesinde özellikle bu efsanevi ismin rolü çok büyüktü. Hatta, romanı klişe olmaktan kurtaran dokunuşların sinema uyarlamasındaki karşılığı bu oyuncunun seçimiydi neredeyse.

Irina Poignet, bütün sorunlarına karşı derli toplu, kimi dokunuşlarıyla farklı ve sonuç olarak keyif veren bir kitap. Orta sınıf ahlakının iki yüzlülüğü, kimi zaman melodramın en klişe verileriyle de olsa, tadında sergileniyor. Üstelik iyi ve kötü kavramlarını sorgulamak için kapıyı aralık bırakan, sürprizli bir finalle çıkıyor okurunun karşısına.
Son sözü kitabın akılda kalan bir bölümüne verelim: “Aylardır senden haber yok, nerelerdeydin?” diyen komşusu Giselle’e rahatlıkla cevap verir Maguy: “Erkeklere otuzbir çektiriyorum.” İşte kitap bittikten sonra okur da, dünyaya aynı içtenlikle cevaplar verebilmek ve o ikiyüzlülüğün uzağında durabilmek istiyor.

Comments (3)

Şu anda Bangladeş'te, Dhaka'da, bir arabanın beni alması için beklerken okudum yazınızı ve bu kitabın çantamda olmasını şiddetle istedim. Ah şimdi yolda okurdum ne güzel… Neyse artık, dönünce hemen alınmalı kendisi.

filmi izlediğimde.. kadının odanın duvarına ufak bir çerçeve asması.. bir iki aksesuarla onu oturma odasına çevirmeye çalıştığı sahne çok etkilemişti beni..

Leave a comment