Yüz sayfalık bir roman bu. Roman teknikleri konusunda rapor veren bilirkişileri açığa düşürecek kadar yeni ve özgün bir anlatı. Kundera’dan da bu beklenirdi diyenler haklı.
Anlatıcının varlığını asla unutturmayan, roman karakterleri ile anlatıcının düşünce derinliği konusunda kalın sınırlar çizmeyen, bir kurmaca metnin içinde ilerliyor olma durumunu hayatın şakası haline getiren bir usta Kundera. Hem de bütün bunları yaparken, yoğunlaşmayı-odaklanmayı müthiş ustalıkla başarıyor. Öyle ki, “ne var şimdi bunda” dedirtecek kadar sıradan ve her sayfadan sonra sarsacak kadar vurucu.
Parantez içlerini önemseyen ve anlatının bir katmanı haline getiren usta.
Giderek hayatın o parantez içlerinden oluştuğunu düşündürüyor insana.
Karakterlerini öyle özellikler üstünden kuruyor ki, ders niteliğinde.
İşsiz oyuncu Caliban’ın uydurma anavatan, uydurma dil bölümü bir harika. (İşsiz oyuncu Caliban, başlı başına bir parantez içi değil mi?)
Bir anavatan seçmekten daha kolay ne var? Ama o vatanın dilini uydurmak, işte o zor.
Uydurma bir dili hazırlık yapmadan, sadece otuz saniye, durmadan konuşmayı deneyin! Dönüp dolaşıp aynı heceleri tekrar edersiniz ve bir sahtekarlık yaptığınız hemen ortaya çıkar. Var olmayan bir dili uydurmak, ona her şeyden önce akustik bri inandırıcılık vermeyi gerektirir.
Kısacık bir bölüm. Karakterin vatansızlığı giderek kimliksizliğe ve oradan dilsizliğe dönüşüyor. Üstelik okurun kendisini bir deneyin içinde bulmasını sağlayan, eğlenceli bir bölüm.
Ustalık burada başlıyor işte.
Üstelik şu üstteki paragraf, Kundera’nın ‘vatansız ve dilsiz! bütün karakterlerini tekrar okuma isteği de uyandırıyor.
Kundera’nın edebiyatını sevenlere özellikle tavsiyedir.