Mitlerden rüyalara: INK

Milet (Miletos) tarihi neolitik döneme kadar uzanan antik bir liman şehri. Büyük Menderes’in kıyısında ama bölge nehir tarafından doldurulduğu için, zamanla denizden yaklaşık 10 km. içeride kalmış.

Thales bu antik şehirde, milattan önce yaklaşık olarak 624-548 yılları arasında yaşamış. İyonya Aydınlanması’nın, felsefenin, astronominin, matematiğin kurucu isimlerinden. Dünyayı, doğa ile anlamaya çalışmış. Ona göre maddenin tözü, yani ilk ögesi “su”. Toprak da suyun üstünde duruyor. Yani bir tepsi gibi olan dünyadaki her şeyi, su taşıyor. Böyle dersek onun felsefesini basite indirgemiş olacağız. Ama şu “su” meselesinin üstünde biraz duralım istedim.

23 Ocak günü, Atina Megaron Konser Salonu’nda, Dimitris Papaioannou imzalı “INK”i izledik. Dimitris Papaioannou’nun tasarımı olan (yönettiği, sahne-kostüm-ışık tasarımını yaptığı ve oynadığı) bir oyun “INK”. Ya da tam adıyla INK – İki kişilik bir oyun.

(Not: Oyunun adındaki kesişme hoşuma gidiyor. Ben de 2006 yılında Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali ve Tiyatro Olimpiyatları kapsamında DOT tarafından oynanan ve Bülent Erkmen’in tasarımı olan bir metin yazmıştım. O metnin/oyunun adı da “İki Kişilik Bir Oyun” idi. Bir labirentin içinde fiziksel zorlanmalarla ilerleyen erkekle kadın arasındaki ilişkiyi, tek kelimelik diyaloglardan bütüne giderek anlatmıştım. Bu metin, oyun, DOT ile çalışmak hayatımın güzel süreçlerinden biridir)

İki kişi. Yani “Giysili Adam” ve “Çıplak Adam”. Yani Dimitris Papaioannou ve Šuka Horn. (Biz Papaioannou’yu izledik ama bu rolün bir de kastı var: Haris Fragoulis)

INK by Dimitris Papaioannou, photo by Julian Mommert

Oyunun ilk anından itibaren Giysili Adam’ın yönettiği-kontrol ettiği bir kaynaktan su fışkırıyor sahneye. Thales felsefesinde olduğu gibi, sahnedeki dünya bir suyun üstünde duruyor sanki. Suyun iktidarını elinde bulunduran adam, bir rutinin içinde biraz gergin biraz yorgun. Dünya dönüyor ve o her gün aynı rutini yaşıyor. Yerin altından (yani sahnedeki büyük plastik plakaların altından) Çıplak Adam gelene kadar…

Çıplak Adam’ın gelişiyle, Giyinik Adam’ın bütün ezberi bozulur sanki. Yeni bir bedeni keşfetmesi ve giderek ona hükmetmesi gerekir. Rutin alt üst olmuştur artık. Suyun akışındaki düzeni yerküredeki bütünlük bozulmuştur. Tehlike anında mürekkebini salarak kendini korumaya alan mürekkep balığı, ikisi arasında oynanan tehlikeli bir oyunun nesnesi haline gelir. İki oyuncu arasındaki muhteşem devinim bu ilk buluşmadan itibaren seyirciyi avucuna alır. Hangi tarafın muktedir olduğunun bir önemi kalmaz. Rüyalar aleminde taraf tutmak anlamsızdır ne de olsa…

Simsiyah rüya perdesinin önünde yaşanan mücadelede, biz seyirciler de gerçekliğimizden koptuk kısa sürede. Her yeni devinimde, zihnimin koridorlarında yolculuğa çıktım. Mitler, resim ve fotoğraf sanatından, sinemadan karşılıklar aradım. Goya’nın “Satürn Oğlunu Yutuyor” eserini yakalar gibi oldum bir an. Daha sonra oyunun görkemli broşürünü incelerken yönetmenin bu mitin görsel karşılığını Rubens’ten aldığını gördüm. Ressamı değilse de miti tutturmuştum. Ama yanlış anlaşılmasın; oyun seyircisinden mitler üstünden bir şifre çözümü beklemiyor. Dimitris Papaioannou’nun tasarımı mitlere, felsefeye ve görsel kaynaklarına göndermelerle dolu. Ama bu göndermeler daha çok arketiplerin yıkımı üzerine. Bu oyun bilineni tersine çeviriyor.

Broşür sayesinde görüyorum ki Hokusai’den Bosch’a, Antik eserlerden Alien filmine kadar çeşitli göndermelerin eseri kucaklıyor. Bütün bu göndermeler iki adamın (teknolojiyi kullanan medeni adam ile ilkel adamın) arasındaki ilişkide yerini alıyor. Sahnenin bir sirke dönüştüğü ana kadar kimin kime üstünlük sağladığını anlamak imkânsız. İyi ile kötü, baba ile oğul, ilkel ile medeni, arzulanan ile arzulayan, doğu ile batı, cennet ile cehennem sürekli yer değiştiriyor gösteri boyunca. Sonunda oyun boyunca görev değiştiren ahtapot, her iki adama da mürekkebini salıyor.

“INK” mitolojik, psikolojik ve kişisel bütün okumalar açık. Dimitris Papaioannou, yaklaşık bir saat süren eserde rüyalarını izleyiciye açıyor. Herkesin birer rüya yorumcusu olmasını istiyor sanki. Herkesin kişisel yolculuğunun bilgisiyle bu rüyanın tanığı olmasını istiyor. Bunu yaparken de hem kendisi hem de olağanüstü Šuka Horn, kibirden ve gösterişten uzak bir dünya kuruyor. Gösterişten uzak derken yanlış anlaşılması: Çok gösterişli ve izleyeni hayrete dönüştüren bir sahne tasarımı var. Koreografi kimi yerlerde akıl alıcı bir boyuta ulaşıyor. (Bizim izlediğimiz performansın sonunda Šuka Horn’un dizi kanıyordu) Ancak bu görkemin içinde kibirden uzak iki özne anlatıyor rüyayı. Oyunun sonunda, selam sırasında oyuncuların yüzüne baktığınızda o sadeliği rahatlıkla görebiliyorsunuz.

Mitler tarihinden kişisel bir anlatı kurmak. Kişisel hafızadan kitlesel bir rüyaya uzanmak. Dimitris Papaioannou tam da bunu yapıyor.

Not: Megaron Konser Salonu’nun tüm programı ile ilgili detaylı bilgi için: www.megaron.gr

INK by Dimitris Papaioannou, photo by Julian Mommert

bir yorum bırakın