Müzenin hikayesi 1967’de başlıyor. Norman Rockwell, eşi Molly ve Stockbridge’deki Old Corner House isimli tarihi evi yıkımdan kurtarmak isteyen bir grup sanatsever bir araya geliyor. İki yıl sonra Old Corner House’da, kasaba kütüphanesinin tarihi koleksiyonundan eserler ve orijinal Norman Rockwell resimleriyle bir sergi açılıyor. Fısıltı gazetesi ve Rockwell’in şöhreti sayesinde sergiyi ilk yıl yaklaşık 5000 kişi ziyaret ediyor. Öyle bir talep oluşuyor ki, 1969’da Norman Rockwell Müzesi doğuyor.
Norman Rockwell, 1973’te eserlerinin bakımını, korunmasını ve kamu erişimini sağlamak için bütün çalışmalarını müzeye bırakıyor. Böylece Norman Rockwell Müzesi’nin kalıcı orijinal koleksiyonu oluşuyor. Ne yazık ki Rockwell, bütün çalışmalarının on yıl süren kataloglama işinin tamamlanmasını göremeden, 8 Kasım 1978’de o çok sevdiği Stockbridge’deki evinde vefat ediyor.
Geçen yıllar içinde eserler ve ziyaretçiler Old Corner House’a sığmaz oluyor. Müzelerin kurulmasında fonların önemi burada devreye giriyor ve iyi bir fonlama ile müze şimdi bulunduğu yere, Stockbridge’deki Linwood arazisindeki 36 dönümlük kampüsüne taşınıyor. 1993 yılında açılan müzenin mimarı da ünlü Robert A.M. Stern. Benzersiz bir kampüs bu. Ormanların çevrelediği, meşe ve akçaağaçların arasında piknik yapabileceğiniz, uzun yürüyüşlere çıkabileceğiniz, bir müze ziyaretinden çok daha fazlasını vaat eden bir alan. Gerçekten çok etkilendim. İşte Amerika gezimde Stockbridge’e gidip ziyaret etme şansı bulduğum harika müzenin hikayesi kısaca bu.
Peki Norman Rockwell’in hikayesi ne?
Rockwell, Amerika’nın en tanınmış sanatçılarından biri. Milyonlarca insan, kırk yıl boyunca The Saturday Evening Post’un kapağında onun illüstrasyonlarını gördü. Amerika’nın resimli tarihini tuttu. Popüler kültürün dinamiklerini belirledi, kayıt altına aldı. Yaklaşık 70 yıl boyunca birçok büyük dergide çalıştı ve 1952’den 1972’ye kadar bütün başkan adaylarının portrelerini yaptı. “Halkın ressamı” olarak tanındı. hayatın küçük anlarından hassas sosyal konulara kadar her şeyi yakaladı. Gündelik ilişkilerden medeni haklara, Amerikan rüyasından sosyal adalet konularına kadar her alanda üretti. Çizgilerinde sıcaklık, mizah ve Amerika’yı oluşturan ayrıntılar hiç eksik olmadı. Son eseri 1976’da yayınlandı ama etkisi hala sürüyor.
Norman Percevel Rockwell, 3 Şubat 1894‘te Nancy ve Jarvis Waring Rockwell’in ikinci çocuğu olarak New York’ta doğdu. Bir şehir çocuğuydu ama yazlarını bir çiftlikte geçirdiği için kır yaşamı da onun için hep önemli oldu. Sonraki yıllarda çizgilerinde kır yaşamını idealize etmesinin kaynakları da bu deneyimlere dayanıyor zaten.
Daha çocukken, babasının akşamları yüksek sesle okuduğu Dickens romanlarındaki karakterleri çizmeye başladı. Belki de bir illüstratör olmaya o yıllarda karar vermiştir. 1910’da, 16 yaşındayken, tam zamanlı sanat eğitimi almak için liseyi bıraktı. Bir süre National Academy of Design’da eğitim aldıktan sonra, o günlerin en ilerici Amerikan sanat okulu olan New York’taki Art Students Leauge’e girdi. George Bridgman ve Thomas Fogarty’nin öğrencisi oldu.
O kadar başarılıydı ki, kısa sürede tanınmaya başladı. 18 yaşında Boys’ Life dergisinde çizmeye başladı ve birkaç ay içinde derginin sanat yönetmeni oldu. Aynı dönemde çeşitli dergilerle birlikte, bazı çocuk dergileri ve kitapları için de çiziyordu.
Ve 20 Mayıs 1916’da büyük buluşma gerçekleşti: The Saturday Evening Post’un kapaklarını çizmeye o tarihte başladı. Dile kolay ama bu birliktelik tam 47 yıl sürdü ve Post için toplam 321 kapak çizdi Rockwell. O yıllarda reklam şirketlerinden farklı dergilere, propaganda görselleri isteyenlerden yayınevlerine kadar herkes Rockwell’le çalışmak istiyordu. (O kadar hızlı ve üretkenmiş ki, bu taleplerin çoğuna da yetişmiş)
Rockwell ailesi, 1939’da Arlington, Vermont’a taşındı. Bu dönem hem kırsal yaşamı daha çok resmettiği hem de 2.Dünya Savaşı’nın çizimlerine yansıdığı bir dönem oldu. Tuhaf bir şekilde bu iki olguyu birleştirdi, Amerikan halkı savaşın getirdiği karanlık ruh halinden kırsala, doğaya, sade olana duydukları özlemle arınıyordu belki de. 1941’de il kez çizdiği kurgusal asker Willie Gillis de Amerikan halkının duygularına doğrudan hitap etti.
Franklin D. Roosevelt’in 1941’de yaptığı ve dört temel ideali özetleyen konuşmasından ilham alarak yaptığı ve dört tablodan oluşan “Dört Özgürlük” de bu dönemde tamamlandı. (Müzede bu dört tablo dairesel bir odada, birbirlerine bakacak şekilde sergileniyor. Odanın ortasında durduğunuzda hem tabloların görkemini, hem de savaş yıllarında Amerikan halkının hangi duygularda birleştiğini hissedebiliyorsunuz. Hem tablolar etkileyici hem de sergilenişleri) Bu büyük çalışma, Rockwell’in ulusun sembolü haline gelmesini sağladı. Savaş sonrası yıllar Rockwell’in yıldızının iyi da parladığı yıllardı.
Rockwell’in 1953’te başlayan Stockbridge yıllarının en önemli kırılma noktası, 1959’da eşi Mary Barstow Rockwell’in ölümü oldu. 1961’de Mary (Molly) Punderson ile evlendi ve bu evlilikten iki yıl sonra da The Saturday Evening Post ile 47 yıl süren ilişkisini noktaladı. Bu tarihten sonra daha toplumsal konulara yöneldi. Muhteşem çalışması “The Problem We All Live” bu dönemin çalışmalarından biri. Özellikle yoksul, siyahi, ötekileştirilen Amerika fırçasının ucundaydı artık. (Açıkçası bu dönem çalışmalarından bazılarına özellikle bayıldım. Belki ilk dönem çalışmaları kadar yüksek dozda mizah yok ama bu işlerin çoğu daha ilk bakışta güçlü bir etki bırakıyor. Zaten Rockwell’in en büyük başarısı, tablolarıyla hikaye kurabilme yeteneği. Bir hikayenin ihtiyacı olan bütün dinamikleri tablosuna yerleştirebiliyor; kahramanın yolculuğu, kırılma noktaları, ironi, gerilim ve hikayenin zirvesi… Her bir tablo bu açıdan ders niteliğinde)
1977’de Başkanlık Özgürlük Madalyası’yla ödüllendirilen Rockwell, 8 Kasım 1978’de, 84 yaşında Stockbridge’deki evinde hayata veda etti. Arkasında bir ulusun tarihini bırakarak…
Norman Rockwell Müzesi, birçoğumuz için Amerika ziyaretinde gidilmesi gereken yerler listesinde değildir belki. Ama New York’tan iki saatlik bir karayolu yolculuğuyla ulaşabileceğiniz bu olağanüstü mekanı ve içindekileri kaçırmayın derim. Müze ziyaretinin bir ayağında da, Rockwell’in stüdyosuna rehberli tur gerçekleşiyor. Bu turda hem yaşamı hem de üretimleri konusunda ilgi çekici hikayeler dinliyorsunuz. Ben stüdyodaki büyük baskı makinesine de takıldım, demek ki yağlı boyalarının birer baskısını da alıyordu üstat. Belki de dergiye baskı için böyle yolluyordu. Kısacası muhteşem bir gezi. Üstelik bu yolculuğun kendisi ve içinden geçilen kasabalar da çok güzel. Stockbridge hala Rockwell’in 1967 tarihli tablosundaki ruhunu koruyor. Müze ziyaretinden sonra kasabanın ana caddesinde bir kahveye oturun ve yola biraz da Rockwell’in gözüyle bakın.