Ölümle alay etmeyi öğrenmek gerek!

“Bir de Baktım Yoksun” adlı kitabımın 2010 Haldun Taner Öykü Ödülü’ne değer görülmesinden sonra, Hürriyet gazetesinden Ezgi Atabilen ile kısa bir söyleşi yaptık.

Her ödüllü yazar, almış olduğu ödülün kendisine sorumluluk yüklediğini söyler. “Bir De Baktım Yoksun” adlı kitabınızla Yunus Nadi ve Haldun Taner Öykü Ödülleri’ne layık görülmeniz bu sorumluluğu yerine getirdiğinizi gösterir mi?

Edebiyata ve okura karşı bir sorumluluk duygusundan söz edilir ama ben sorumluluktan çok okurla paylaşılan ortak bir mutluluk duygusunun altını çizmek isterim. Kitap yayınlandığı anda o öyküler yazarın metni olmaktan çıkar bir anlamda, okurun algısında-dünyasında yeni anlamlar kazanır. Onun zihninde sürdürür yaşamını. Bu kitabın okurlarının da, gelen ödüllere mutlu olduğunu düşünüyorum. Bu artık sevdiğiniz bir yazarın başarısından öte, sizin zihninizde yeri olan sözlerin, karakterlerin, sahnelerin, duyguların ödüllendirilmesi. Ben bir okur olarak, hayatıma değer katan kitaplar-yazarlar ödüllendirildiğinde bu mutluluğun haklı bir ortağı gibi hissederim hep.

“Bir de Baktım Yoksun”un sizin için özel bir yeri olduğunu söylüyorsunuz. Bu öyküleri diğer kitaplarınızdan ayıran nedir?

“Bir de Baktım Yoksun”un diğer kitaplarımdan ayrıldığı iki nokta var. Öncelikle son yazılan kitaplar, duygularının tazeliği nedeniyle hep biraz daha kayrılıyor sanırım. Ayrıca bu kitap sıkıntılı bir sürecin arkasından geldi. Uykusuz gecesi fazla oldu. Ayrıca hayat koşturmamın da yoğun olduğu bir dönemde tamamlandı. Defterlerden bilgisayara geçtiğim günler, ancak gece geç saatlerde çalışabildiğim günlerdi. Sadece duygusal yüküyle değil, zaman sorunu nedeniyle de uykusuz gecelerin çocuğudur “Bir de Baktım Yoksun”. Ama bende özel bir yeri olduğunu söylerken önceki kitaplarıma haksızlık etmek istemem; her birinin özel bir hikâyesi ve yeri vardır.

“Bir De Baktım Yoksun” kaybedişler, arayışlar ve karşılaşmalar üzerinden ilerliyor. Aynı zamanda da bir iz sürüş kitabı. Sizin bu kitapta izini sürdüğünüz nedir?

Bir kurmaca metin yazmak, o metinde zihninin biriktirdikleriyle hesaplaşmak, yazma anında yaşamı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak. Sadece bu kitapta değil, yazdığım her satırda bunların izini sürüyorum. Bir insanın doğumu ile ölümü arasındaki mesafede görebileceğinden çok daha fazla acıyı, sevinci, mutluluğu, ölümü, doğumu, başarıyı, başarısızlığı, kaybedişi, arayışı yazarken görmek. “Bir de Baktım Yoksun”da beni en çok ilgilendiren karşılaşmalar oldu. Bir babanın hayaliyle karşılaşmak. Beklenmedik bir anda beklenmedik bir kadınla karşılaşmak. Bir lambacı dükkânında şaşırtıcı bir hayat hikâyesiyle karşılaşmak. Bu kitap özelinde, en çok bu tuhaf karşılaşmaların izini sürmeye çalıştım.

Kahramanınız babasının ölümüyle içine düştüğü boşluğu doldurmanın peşinde. Siz de 2008 yılında babanızı yitirdiniz. Bu kaybın ardından kaleminizin çok diplerde bir yerlere oturduğunu söylüyorsunuz. Sarmaşık adlı öykü kahramanınızın, babasının ölümünden sonra küstüğü yazıyla barışma sürecini içeriyor. Bu öykünün hayatınızdan izler taşıdığını düşünebilir miyiz?

Bütün yazarlara sorulan bir sorudur bu: “Bu romanın-öykünün ne kadar sizin hayatınızdan, ne kadarı tümüyle gerçekten alındı?” Hep şu cevabı veriyorum: “Bunlar kurmaca metinler. Hayatımla bütün ilgileri benim tarafımdan yazılmış olmaları.” Bu cevabın bazı okurları mutsuz ettiğini biliyorum. Gerçeklik istiyor o okurlar. Gerçek gözyaşı, gerçek aşk, gerçek acı, gerçek mutluluk. Benim için önemli olan, kurmaca metnin önüme serdiği dünyanın gerçekliği, samimiyetidir. Bu kitabın yazılmasından önce babamı kaybettiğim gerçeğini okurlarla paylaşmayabilirdim. İnanıyorum ki, bu bilgi olmasa da, okurun kitapla ilişkisi aynı olacaktı. Bunu söyledim, çünkü paylaşmak, paylaşarak bu süreçten çıkmak istedim. Bu gerçeklikten yola çıkarsak, evet babasını kaybetmiş bir öykü karakterinin yazıyla tekrar ilişkiye girme süreci var. Öyküdeki sürecin benimkiyle ne kadar örtüşüp ne kadar örtüşmediğinin artık bir anlamı kalmadığına inanıyorum.

Kitabın adı, bir babanın ardından sesleniş olarak yorumlanabilir mi?

Sadece kaybedilen bir babanın değil, tüm kayıpların arkasından bir fısıltı bu. Hepimizin kayıpları vardır. Tamamlanamamış hikâyelerle ilerliyoruz hayatımızda. Hep “orada-yanımızda” olacağını sandığımız kişilerin, eşyanın, duyguların hatta anların arkasından bir fısıltı çıkıyor ağzımızdan, “Bir de baktım yoksun,” diyiveriyoruz. Kitabın adı sadece bir babanın kaybını değil, bütün bu arkada kalmış olma duygusunu işaret etsin istedim. O kaybedişler, acısını-yükünü arkada kalana yüklüyor.

Kitabınızda ön plandaki tema ölüm olsa da ironik diliniz sayesinde okuru güldürmeyi başarıyorsunuz. Sizce insanlar ölümle alay etmeyi öğrenmeliler mi?

Bu ödülün kitabıma verildiğini öğrenmemeden on gün kadar önce çok sevdiğim kedim Tarçın öldü. “Bir de Baktım Yoksun”un yazılması sürecinde hep çalışma masamdaydı. Defterlerimin üstünde uyumaya bayılırdı. Kitabın neredeyse her sayfasında tüyleri, pati izleri var. Ama şimdi fotoğraflarına bakıyorum ve “Bir de baktım yoksun,” diyorum. Ölüm, her gelişinde bizimle istediği gibi alay ediyor. Bizim de onunla alay etmeyi öğrenmemiz gerek.

Yorumlar (1)

yalnızca başlıktan yola çıkarak yazıyorum bunu. ne yalan söyliyeyim geri kalanını okumadım. 10 sene öncesini hatırladım. öss ye hazırlık için kısa süreli ama uzun devmasızlıkla gittiğim dersanede tanışmıştım. iyi biriydi. muhabbetini de sevmiştim. kursun son zamanlarında öylesine aklıma geldi sordum:
-ya sen hiç babandan bahsetmedin, baban ne iş yapıyo?
el-cevap:
-benim babam ben 2 yaşındayken ölmüş. pencereden düşmüş.
yürümeye devam ettim. ona doğru başımı çevirip hiç duraksamadan muzip bir edayla cevap verdim.
– yapma ya! üzülme, benim de annem öldü. 5 sene önce kanserden.
birden yüzüme baktı. ben gözlerimi kaçırmadan ona bakmaya devam ettim -doğru söylediğimi anlasın diye. güldük halimize. "sen kör ben sağır olduk" dedi. birbirimize yalancıktan bir "başın sağolsun" demekle yetinseydik o günün ne kadar sıkıcı geçeceğini düşünmeden edemiyorum.
senede 1 bile olsa hala görüşürüz. o görüşmediğimiz bir senede sanki yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmemiş gibi muhabbete dalarız. tuhaf değil bence…

bir yorum bırakın