Oskar, kitabın daha ilk bölümünde babasıyla oynadığı bir oyundan söz ediyor: Keşif Seferleri. Evlerinin dışındaki dünyaya düzenledikleri keşif seferleri. İpucu olmamasından rahatsız olan Oskar’ın cevaplanamayan sorusu, bu oyunu farklı okumalara da açıyor: “İpuçlarının yokluğu ipucu mudur?” Karmaşık görünen bu soru, aslında kitabın da merkezinde olan 11 Eylül sonrası Amerikan toplumunun ruh haliyle örtüşen bir durumu işaret ediyor. Oskar, oyunun bir aşamasındaki soruları üstünden ortalama Amerikalının bakış açısını yansıtıyor bize: Hiçbir şey ipucu mudur?
Jonathan Safran Foer’in Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın (Extremely Loud and Incredibly Close) adlı romanı bizi –Günter Grass’ın büyülü ve büyüleyici romanı Teneke Trampet’in büyümeyi reddeden karakteri Oscar’ın dünyasından sonra, bir başka “özel” çocuğun dünyasına- 11 Eylül’de babasını kaybeden Oskar Schell’in dünyasına davet ediyor.
Oskar yapması gerekeni yapar. Araştırmaya, delil toplamaya, bulgularını yorumlamaya devam eder. Sonunda bulduklarını, araştırma bölgesini gösteren Central Park haritasının üstüne yerleştirir. Bu bölümü kitaptan aktarmak gerekiyor:
Jonathan Safran Foer, romanının temel ben-anlatıcısına oynattığı Keşif Oyunuyla, bir 11 Eylül sonrası durumuna işaret ediyor ve Oskar’ın ağzından bütün Amerikalılar konuşuyor: Evimizin dışındaki bir bölgeye (yani ülkemizin dışındaki topraklara) neler olup bittiğini öğrenmek (yani 11 Eylül’le birlikte saldırılabilir olduğunu gördüğümüz Amerikan yaşantımıza yönelik yeni bir tehdit olup olmadığını anlamak) için düzenlediğimiz seferlerde toparlanan ipuçları, gerçekten de ipucu mudur? Bizi yönetenler hiçbir şey bulamadılarsa bile, bunu da bize bir ipucu olarak sunabilirler mi? Ya da toplanan ipuçlarını istedikleri şeyi işaret edecek şekilde (ornitorenk ya da memeler) yerleştirebilirler mi haritanın üstüne (medya burada dört köşesi reklam malzemesiyle sabitlenmiş bir haritadan başka nedir ki)? Ve sonuçta biz yine de, bütün bu gösterilenlerle bir yere varamazsak ne olacak? Ne bulmamız gerektiğini asla bilemeyeceğiz artık ve belirsizlikle büyüyen korkumuz, uykusuz gecelerimizi artırmaya devam edecek.
Bu noktada George Orwell’in 1984’ü geliyor akla. (Yayımının üstünden 61 yıl geçmiş bu roman hakkında ayrıca konuşmak gerekiyor.) Çarpıtılmış–eksiltilmiş-yönlendirilmiş bilgi akışı üstünden bir korku imparatorluğu yaratma konusu, romanın temel meselelerinden biridir. Romanın başkarakterlerinden Julia, Winston Smith’e “Savaş yok,” der. Ona göre, Londra’ya düşen füze bombalarını da Okyanusya hükümetinin kendisi atmaktadır. Amaç, halkın hep korku içinde yaşamasıdır.
11 Eylül sonrası Amerika’sına ve hikaye özelinde New York’una hakim olan duygulardan biri korku ise bir diğeri de iletişimsizlik. (Hem de Oskar’ın daha kitabın başında Stephen Hawking ile iletişimi üstünden bize sezdirdiği, olabilirliği bile reddedilen bir durum.) Oskar’ın elinin değdiği ve diğer anlatıcıların (ve onlara dair sembollerin) içine girdiği hikayelerin temelinde bir anahtar var. (Çok klasik gelse de anahtar sembolü de beynimizdeki labirentleri açması açısından çarpıcı.) Ölü bir babanın ruhunun izinden yürüyen çocuğun hikayesinde elbette Hamlet de kendine yer buluyor: “Her neyse, büyüleyici olan, National Geographic’de, bugün dünyada tarih boyunca ölmüş olan herkesten fazla canlı insan bulunduğunu okumamdı. Başka bir deyişle bugün herkes birden Hamlet oynamaya kalksa, yeterince kafatası bulunamayacağı için bu mümkün olmayacaktı.” Hamlet göndermesi bu kadarla sınırlı kalmıyor. Çünkü Foer’in yazar olarak önemli bir başarısı var; kurduğu sembolik düzeyi, çevrim tamamlanana kadar terk etmemesi. Bu başarısını olay örgüsü boyunca sürdürüp, hikayenin sonunda da üst anlatının çevrimini tamamlıyor. Üstelik bunu yaparken, yenilikçi bir anlatım deniyor ve hikayesini, klasik anlatı kalıplarını tümüyle yok etmeden, semboller, fotoğraflar, okuma notları, zihin testleri, farklı yazı karakterleri ve üst üste binmiş metinler ve hatta boş sayfalarla çoğaltıyor. Orta bölümlerinde iyice yükselen roman, içeriğinin bütün karanlığına rağmen “yaşama dair” bir roman olarak hafızaya geçiyor.
Yine Oskar üstünden şu söylenebilir ki; Foer bir yandan da bütün bu korkularla, kötülüklerle, aldatmacayla, iletişimsizlikle dolu dünyayla baş etmenin cevabını da arıyor. Bulduğu cevabın temelinde çocukluk var… çocuksu bir merak, masalların anlatı gücüne olan inanç, hayallere bağlılık, bilgiye ve yeniliğe açlık, açıklık, anlatılanı-gösterileni tersten okuma cesareti…
Farklı diller, farklı bir iletişime ve korkular dünyasının bugününde farklı bir iletişimsizliğe götürüyor bizi. Yine kitabın başına dönelim ve Oskar’ın farklı bir dil üstünden kurduğu şakasıyla ve umudunu kaybetmemek için sarıldığı en büyük silahı ironiyle noktalayalım: “Goethe’mi ye, dalyanak!”
Not: Son paragraftan yola çıkarak Algan Sezgintüredi’nin çevirisini özellikle tebrik etmek gerekiyor. Hem Sezgintüredi’yi hem de Sanem Sirer ve Erol Aydın başta olmak üzere bütün Siren Yayınları ekibini… Aslında bu noktada iyi yazar-iyi çevirmen Hakan Toker’in Siren için yaptığı çevirilerden de söz etmeli. Elbet ona da zaman gelecek ama öncelik Jonathan Safran Foer’in yeni (aslında önceki) kitabı Her Şey Aydınlandı’yı (Everything is Illuminated) okumakta. Hem de yine Algan Sezgintüredi çevirisiyle. Demek Siren Yayınları’ndan çıkan kitapları özellikle mercek altına almak gerekiyor.
Meraklısı için Jonathan Safran Boer ve Siren Yayınları’nın internet sayfaları…
Siren Yayınları’nın bir de blog’u var: http://sireninsesi.blogspot.com/
Bu bölüm şok etmeye yetti.
“Her neyse, büyüleyici olan, National Geographic’de, bugün dünyada tarih boyunca ölmüş olan herkesten fazla canlı insan bulunduğunu okumamdı. Başka bir deyişle bugün herkes birden Hamlet oynamaya kalksa, yeterince kafatası bulunamayacağı için bu mümkün olmayacaktı.”
Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın'ı bitireli bir hafta bile olmadı. Çok sevdim! Yeni bitirdiğim halde rastgele bir sayfasını açıp okumaya başlıyorum. Her Şey Aydınlandı'nın yayınlandığını öğrenmek çok sevindirdi beni. En kısa zamanda başlıyorum Her Şey Aydınlandı'ya! Büyüksün Foer!
Herseyden ote Babaanne ve Büyükbaba arasindaki gelgitleriyle beni benden almasiyla hayatımdaki en ozeller arasindaki yerini aldi bu roman…
"Ve sonuçta biz yine de, bütün bu gösterilenlerle bir yere varamazsak ne olacak? Ne bulmamız gerektiğini asla bilemeyeceğiz artık ve belirsizlikle büyüyen korkumuz, uykusuz gecelerimizi artırmaya devam edecek."
Karamsar bir tablo çizmek doğru mu gerçekten? İpuçlarını (?)toplayarak hiç bir zaman sonuca varamayacak mıyız? Varılabilir mi? İşte bir metinlerarası ilişki yanıtı:
J. M. Coetzsee'nin Romancının Romanı kitabının sonundan:
"Bir yargıç olmadığınızı biliyorum,"der. "Ama sizce, bu kapıdan geçme şansım var mı benim? Ve eğer geçemezsem, eğer öbür tarafa gidecek nitelikte olmadığım gibi bir karar çıkarsa, sonsuza kadar bu kasabada mı kalacağım?"
Adam omuz silker. "Hepimizin şansı vardır"Bir kez olsun başını kaldırıp ona bakmamıştır. Bir anlamı var mıdır bunun? Yoksa Elizabeth'in gözlerinin içine bakacak kadar csur değil midir?
"Ama bir yazar olarak,"diye ısrar eder-"bir yazar, yazarlıkla ilgili dertleri olan biri kendisini yazıya adamış biri olarak şansım nedir?"
Adamak. İşte şimdi çıkarmıştır ağzından baklayı, her şey bu sözcüğe bağlıdır, şimdi anlar.
Adam yine omuz silker. "Kimbilir," der. "Kurulun kararına bağlı." s. 248-249.
Belki ipuçlarını boş vermeli. Belki kurula kanıtlanacak hiçbir şey yoktur. Kötünün kim olduğu ve kötünün neden bunun yaptığı açıklamak niçin iyilere düşsün?Hesap ortada oysa: Kanıtımız olmasa da tanıdığımız bazıları var ve kötülük ediyorlar. Winston ve Julia başarmışlar mıdır ki kötünün kötü olduğunu kanıtlamayı? Kötünün içinden iyi bir hayat çıkarmayı?( Ki bazılarımız romanların gerçekten daha gerçek olduğunu düşünürüz.)
İyimser olmayı ima ederek başlayan yorum, kötümser olarak bitti. Yorum işte 🙂
Jonathan ile ilk karşılaşmamız, ve Her Şey Aydınlandı'yı kemirmekle meşgulüm. Şimdiden güzel bir aydınlık sızmaya başladı. Evet, Siren Yayınları'nı cıvıldarken tanıdım; gerçekten de sesi farklı görünüyor, sıradışı.