Edith Piaf’ın
o yürek yakan sesini her dinleyişimizde, zihnimizin bir köşesinde hüzünle
yoğrulmuş hikayesi de dolaşır. Ama eminim Piaf’ın sokakla, yoksullukla,
imkansız aşklarla, uyuşturucuyla, sakatlıklara ve karanlıkla dolu hikayesini
bilmesek de dinlediğimiz şarkıyla aramızda aynı ilişki kurulacaktır. Çünkü o
sesi böylesine can acıtıcı yapan biraz da bu hikayedir. Çünkü Piaf, yaşamından
süzdüğünü söylediği her şarkının her notasına kazımayı başarmış sahici
sanatçılardan biridir.
Anahtar
kelime; sahicilik. Sanatçının, yaratısını hikayesinin bir parçası haline
getirmesi.
Ama bunu
yaparken hikayesinin arkasına sığınmaması. Yazdığı kitabın, boyadığı resmin,
söylediği şarkının gücünü kişisel hikayesinden almadan, onu yaşamının bir
uzantısı haline getirmeyi başarması. Sahici olması. İçten olması. Gerçek
olması.
Melody
Gardot’yu ilk dinlediğimde uzun yıllar sonra öğreneceğim hikayesinden haberim
yoktu. 1985 yılında başlayan yaşamında, mikrofon önüne gelene kadar
yaşadıklarını bilmeden, bu hikayenin şaşırtıcılığına ya da hüznüne yenik
düşmeden bıraktım kendimi Melody Gardot müziğine. Kahve kokusundan başka
sığınacak limanımın kalmadığı sıkıcı gecelerden birinde günün yorgunluğuyla,
yoğunluğuyla, yapılacak işlerle dolu çalışma masamda oturuyordum. Her daim
kaygı dolu yüreğimle başladım “Worrisome
Heart”ı dinlemeye. Şarkı bittiğinde damağımda kahve tadıyla kalakaldım bir
süre. Uzun sürmüş bir yürüyüş sonrasında, uçsuz bucaksız, yeşilin her tonuyla
bezeli bir ormanda, çimenlerin üstüne uzanıp hayaller alemine dalmış gibiydim.
Melody Gardot nereye götüreceğini önceden söylemeden, gözlerimi notalarla
kaplayıp elimi tutmuş, bir yolculuğa çıkarmıştı beni. Sol yanımızda blues, sağ
yanımızda caz oturuyorduk şimdi “kendini iyi hisset ormanı”nın bir köşesinde.
İkiyüzlü insanlardan uzak geçirdiğimiz dakikaların kıymetini bilerek, sahici
kahkahalarla, sahici bir aşkla.
Notalardan
oluşan yolda küçük adımlar atmayı, her bir notaya sakince basmayı seven,
kelimeleri birbirine ulamadan her birine hakkınca zaman ayırarak sözleri
akıtan, bütün enstrümanlarla eşit bir ilişki kuran, bir şarkıda Brezilya
sokaklarında gezdirirken bir sonraki şarkıda Fransa rüzgarları estirmekten
çekinmeyen, sürprizlerle dolu yeni yol arkadaşımla uzunca bir süre mutlu mutlu
yaşadık. Derken bir gün, yeni bir İstanbul ziyaretinin öncesinde bu yazıyı
yazmam istendi.
2003 yılında
yaşanan bir kazayla değişen yaşam
hikayesini de böylece öğrenmiş oldum.
Philadelphia’da bisikletiyle gezerken bir
arabanın çarpması sonrasında aylarca süren tedavi. Yaşamla ölüm arasında
geçirilen günler. Ayakta durmak için verilen mücadele. Her gün biraz daha, her
gün bir adım daha… Öylesine güçlü bir yaşama arzusuyla dolu ki bu hikaye,
okuyanda hayranlık yaratmaktan öte, kendisini sorgulama gereksinimi doğuruyor:
“Ben gerçekten bu kadar bağlı mıyım yaşama?”
Bütün
dinleyicileri gibi ben de, o tedavi sürecinde Melody Gardot’nun yaşama
bağlılığını müzikle güçlendirenlere teşekkür ediyorum. Biraz da onların
sayesinde mikrofon başına davet edilen bu ses, öyle çok kişinin kendini iyi
hissetmesini sağlıyor ki, öyle çok kişiyi müziğiyle tedavi ediyor ki; “müziğin
gücü” tanımlaması bir klişe olmaktan çıkıyor.
Melody
Gardot’nun müziğini sevmemiz için, hikayesinin o hüzünlü kısmını öğrenmemize
gerek yok. Çünkü o zaten içtenliğiyle ve sahiciliğiyle ağzından çıkan her
notayı hikayesinin bir parçası haline getirmeyi başarıyor. Dileyen herkes
onunla huzurlu bir ormanın, ikiyüzlülükten uzak bir köşesinde buluşabilir. Ben
yıllardır öyle yapıyorum.
Geçtiğimiz kış ve bahar aylarında en çok dinlediğim kişilerden birisiydi Melody Gardot. 'The Absence' albümü öyle çok yankılandı ki evimin duvarları arasında, bazen ondan herhangi bir şeyi bana uzatmasını istesem verececek gibi yakınımdaydı sanki… Bir süre sonra yalnız yaşamak insanı kalabalıklaştırıyor. İronik… Hatta Impossible Love şarkısında menemen yapmışlığımız bile var. https://vine.co/v/bxVWA2wwaUT Kayıdı burada var. 30 Nisan… Kim demiş sadece düet yapılır diye. 🙂 Ben bu albümde en çok "So we meet again my herathache" adlı şarkısını seviyorum. Ve seviyorum… Seviyorum…
Unutmadan Lisa Ekdahl da Melody kadar kahve kokar. Hele ki 'Give me that slow knowing smile' sa çalan…
Muzik!!!
Yalnizca bundan umutluyum sonunda dunyayi olamasa da ruhlarimizi o kurtariyor.
Ya boyle adi gibi sahane, minicik bir kadinin yumusacik yureginin yumusacik sesi ya da yuzyillar oncesinde dinlemeden duyulmus aklin ve ruhun en derin ve inanilmaz udygulari nota olmus tinilari.
Ne kadar derinlesmek istersen o kadar var olan ne kadar gitsen hala yolun basinda olacagin bir dunya….
Melody!!!
Kadife sesli, sahane kadin…
Yine gelse, oyle yumusacik, adeta bulutlarda, bizi oradan oraya goturse yarali ruhlarimiza bir buyucu gibi dokunup, iyilestirse…
Müthiş bir ses… Az evvel bu yazıyla haberdar oldum ve Baby I'm a Fool'u dinledim. Kesinlikle muhteşem. Önümüzdeki günlerin benim için yeni takıntısı olacak gibi görünüyor… Hayat hikayesi de bir o kadar etkileyici…
Yazinizi okuduktan sonra dinledim ilk kez. Ruhum dinlendi, beynim tazelendi, icimden gecti…Benim de favorim Baby I'm a fool. Tesekkurler, gunumu aydinlatti sayenizde…