“Oysa do\u011far do\u011fmaz kula\u011f\u0131ma f\u0131s\u0131ldam\u0131\u015flard\u0131!”

     
Adımı bilmiyorum ben. Elbette var bir adım. Çevremdekilerin beni çağırmalarına yarayan bir adım var. Var. Ama bilmiyorum ben. Biliyorum da, unutuyorum aslında. Pof diye bir ses çıkıyor, uçuyor aklımdan. Unutuyorum. Evet, evet en doğrusu böyle söylemek; unutuyorum. Karıştırıyorum. Kekeliyorum. Oysa adımı ezbere bilen birileri var, senin adın bu değil ki diyorlar; hemen gülümsüyorum onlara, şakalar yapıyorum, yalanlar söylüyorum, bahaneler uyduruyorum: göbek adım bu, diyorum göbeğime şap şap vurarak. Bir teyzem vardı, beni hep bu adla çağırırdı, diyorum olmayan bir teyzenin anılarını çoğaltarak. Karşımdaki beni hiç tanımayan biriyse, onun belleğine o anda kekelediğim adla kazınıyorum. Onlarca adım var benim. Yo! Yüzlerce. Bildiğim, bilmediğim, uydurduğum, duyduğum bütün adlar benim.

Ben tanıştığım insanların adlarını bilmiyorum. Ben kimsenin adını hatırlamıyorum. Bilmiyorum kim kimdir. Gözler var, eller var, burunlar çeşit çeşit, saçlar renk renk, dirsekler, diz kapakları, kulaklar, ayaklar var. Var işte bir şeyler. Ama adlar yok. Bildiğim bütün adları yapıştırıyorum çevremdekilerin sol göğüs cebine. Böyle yaşıyorum. Kimi zaman yoruluyorum, dert etmiyorum yine de.

Önemli Not: İsteyen bu iki paragrafın arasına bir paragraf ekleyebilir, isteyen paragraflardan sadece birini alıp devam ettirebilir, isteyen metni kısaltabilir, isteyen uzatabilir, isteyen okuyup geçebilir, istemeyen zaten okumamıştır. Bu iki paragrafı dilediğiniz gibi kullanabilirsiniz. Üstelik yazmaya oturmak için adınızı bilmeniz de gerekmiyor…

Yorumlar (21)

taniştığıgnız kişiyle daha önce tanıştıysanız ama adını hatırlamıyorsanız..ama ilk değilse..sanki bir adı olmalı bunun…

Son paragrafınız, daha çok, Kürk Mantolu Madonna'da Raif Bey'in söylediğini, yani bir peynirin evsafını bilmeye, bir insanı gerçekten tanımaya çalışmaktan çok önem verdiğimizi doğruluyor.

İlkinde ki mevzu ise, bence şahsi ama daha evrensel bir şey: Kişinin, adını hatırlamaması, kendini unutması, varlığını başkasına ödünç vermesiyle ilgili… Kafka'nın Milena'ya yazmış olduğu mektupların sonunu sadece 'Senin' diyerek imzalaması gibi.

Belki, her ikisi de değildir… Neyse! Belki de, havalar düzelince geçer 🙂

Ellerinize sağlık!

"Adımı bilmiyorum ben ama yüzümü tanıyorum. Bu sefil yerkabuğundaki bütün yüzleri biliyorum. Bütün o gördüğüm, tanıştığım kızgın, hüzünlü, sevinçli ve heyecanlı yüzleri anımsıyorum. Hayatı olduğu gibi, görünen somutluklarıyla
-ki insanlar buna gerçeklik diyorlar- yaşayan insanlar beni garip buluyor, beni 'yalnız' olarak tanımlıyorlar. Oysa ben milyarlarca farklı yüzle arkadaşlık ediyorum ve hepsinden kendime bambaşka maskeler yapıyorum. Adlarımı bilmiyorum ben ama yüzlerimi biliyorum."

Peki kimim ben? Adım ne? diyorum. Soruyorum. Cevap yok. Bilmiyor musun? Bağırıyorum duymuyorum. Adi! Ben değilim. İmdat! Dürüst-yalancı.Şimdi de görmüyorum. Korkuyorum. Ya! duymazsam diye… Aklım nerede? Onu da bilmiyorum. Beynimin içine bakıyorum.Denizde balıklar.Bu kimin denizi? Beynim nerede? Adım neydi? Teyzem geldi. Biri göbeğime vuruyor.Şap! Kekeleyenin eli. Ben kekeliyorum.Şaka yapma! Gözleri mavi yani deniz. Beynimdeki mi? Sol göğüs cebimden bir şey çıkıyor. Diz kapağı. Sol cep. Tutma! Tutuyorum.Pof diye … Nereden geldi o ses?
Ad… ad…ad… adım ne..ne..ney… neydi?

Ben yazınınz devamı olarak kurgulamaya çalıştım.Bir çırpıda çıktı.Yazarken çok eğlendim.Umarım okurken siz de eğlenirsiniz.Bu etki son okuduğum kitabın beynimdeki yansıması sanırım.Tabikii 'Karanlığın Aynasında-Murat Gülsoy'
Belki sonra bir yorum daha yaparım duygusu var içimde. Bilmiyorum.
Bu fırsat için teşekkürler.

Adımı bilmiyorum ben. Elbette var bir adım. Çevremdekilerin beni çağırmalarına yarayan bir adım var. Var. Ama bilmiyorum ben. Biliyorum da, unutuyorum aslında. Pof diye bir ses çıkıyor, uçuyor aklımdan. Unutuyorum. Evet, evet en doğrusu böyle söylemek; unutuyorum. Karıştırıyorum. Kekeliyorum. Oysa adımı ezbere bilen birileri var, senin adın bu değil ki diyorlar; hemen gülümsüyorum onlara, şakalar yapıyorum, yalanlar söylüyorum, bahaneler uyduruyorum: göbek adım bu, diyorum göbeğime şap şap vurarak. Bir teyzem vardı, beni hep bu adla çağırırdı, diyorum olmayan bir teyzenin anılarını çoğaltarak. Karşımdaki beni hiç tanımayan biriyse, onun belleğine o anda kekelediğim adla kazınıyorum. Onlarca adım var benim. Yo! Yüzlerce. Bildiğim, bilmediğim, uydurduğum, duyduğum bütün adlar benim.

Herkes beni taniyor: – Adim neydi? Annemin salonda ki kitapliga sikistirdigi gazete eklerinden birinde buluyorum yeni adlarimi; 'Yeni doganlar icin isimler' 1998 baskili bir kitap, yeni turetme Turk isimleri: yasimi kucultuyor, kesinlikle seksen sonrasi dedirtiyor insana. Of bilseniz nasil kipir kipir icim, bugun cumartesi ve ben evde olmamaliyim bu genc yasimda. Beyoglunda takilmali, goz goze gelmeliyim insanlarla ve belli olmaz yenileriyle, belki daha yenileriyle tanisirim; daha cok isim… Ayakkabilarim portmantoda ama elim uzanmiyor alip giymeye , cunku gozume bir kitap ilisiyor sirasiyla soyle yaziyor kapaginda: '1982 Nobel Edebiyat Odulu', 'Gabriel Garcia Marquez' ve 'YUZYILLIK YALNIZLIK'. Herkes beni taniyor: – Adim neydi?

Ben tanıştığım insanların adlarını bilmiyorum. Ben kimsenin adını hatırlamıyorum. Bilmiyorum kim kimdir. Gözler var, eller var, burunlar çeşit çeşit, saçlar renk renk, dirsekler, diz kapakları, kulaklar, ayaklar var. Var işte bir şeyler. Ama adlar yok. Bildiğim bütün adları yapıştırıyorum çevremdekilerin sol göğüs cebine. Böyle yaşıyorum. Kimi zaman yoruluyorum, dert etmiyorum yine de.

Her gün bir adlar denizindeyim. Hiç kimsenin bilmediği ve herkesten sakladığım bir şey var: Bütün adlarım, içime değdiği ilk an canımı acıtıyor. Kekeliyorum. Fakat, vakitler dar. Önceki yerini bir sonraki ada bırakıyor, bir sonraki, bir sonraki… Gözlerimi kapatıyorum ve bütün adların dalga dalga üstümden geçip gitmelerini bekliyorum. Sonra onları unutuyorum. Unutmak istiyorum. Doğar doğmaz kulağıma fısıldadıkları kendi adım gibi. Bilmiyorum. Doğar doğmaz kulağıma fısıldadıkları benim adım mıydı, yoksa adımı fısıldadıkları ben miydim?

[Ortalara doğru bir yere mi yoksa iki paragraftan birinin devamı mı unuttum. İşte bir şeyler kekeledim. Ne önemi var ki? Adsız sansız bir şeyler der, geçip gidersiniz.]

Uydurduğum her adın var mıdır acaba bir sebebi ? bir manası ? Vardır, vardır herhalde. Var tabii biliyorum, ama onu da saklıyorum. Kendimden. Her uydurduğum adla, ki aslında uydurmuyorum ben o adı, çünki o ad var ve başkasına ait, başka bir bene, bana öykünmüş bir başkasına, bana öykündüğüne göre de benim o aslında değil mi ? Yoksa ben gerçekleri mi şaşırıyorum ?
Ben adımı bilmiyorum. Biliyorum da, her gün bir başkası olmak istiyorum. Keyfe keder yada bir esiriklik düşüyor içime ve o gün, bir oyuncu gibi yeni bir isim giyiyorum. Hakkını da veriyorum. Hatta tam da bu yüzden, ben tanıştığım insanların adlarını bilmiyorum. Ben kimsenin adını hatırlamıyorum. Bilmiyorum kim kimdir. Gözler var, eller var, burunlar çeşit çeşit, saçlar renk renk, dirsekler, diz kapakları, kulaklar, ayaklar var. Var işte bir şeyler. Ama adlar yok. Bildiğim bütün adları yapıştırıyorum çevremdekilerin sol göğüs cebine. Ve onlardan verdiğim isme uygun replikler bekliyorum. Karşılıklı o günkü adlarımızla yaşayalım , davranalım, istiyorum. Oynayalım mı istiyorum ? Bilmiyorum. Böyle yaşıyorum. Kimi zaman yoruluyorum, dert etmiyorum yine de.

Nedense bu yazı bana Aziz Nesin' in bir şiirini anımsattı…

Gözler önünde işte
Gittikçe arınıyorum kendimden
Her giden güzelleşir
Gidiyorum güzelleşmek için
Unutulsun diye çirkinliklerim
Gelecek birisi güzeldir
Gelince güzel değil
Hele gelmişse çirkin
Yaşam, ölüm gelecek diye güzel
Ey güzeller güzeli beklediğim
Kaç saatim, kaç dakikam ya da saniyem
Artık ne gelmek, ne de gitmek
Yaşamın en zor yanı beklemek
Hiçbirimiz beklemedik doğmayı,
Doğduğumuzdan beri beklediğimiz
ÖLMEK

''Ben tanıştığım insanların adlarını bilmiyorum. Ben kimsenin adını hatırlamıyorum. Bilmiyorum kim kimdir. Gözler var, eller var, burunlar çeşit çeşit, saçlar renk renk, dirsekler, diz kapakları, kulaklar, ayaklar var. Var işte bir şeyler. Ama adlar yok. Bildiğim bütün adları yapıştırıyorum çevremdekilerin sol göğüs cebine. Böyle yaşıyorum. Kimi zaman yoruluyorum, dert etmiyorum yine de.''…..

Sondan başlıyorum yaşamaya, ama görünen sondan değil… Duyumsuyorum henüz ağzın ıslaklığına yapışmamış kelimeleri, sadece duymakla kalmıyor yargılamaksızın benimsiyorum da! Bakışlarda saklı olanlar, o ufak çırpınışlı gamzelerde gülmeyenler hemen yer ediyor dünyamda. Öğrendiğim tüm isim sıfatları oluyorum, ben binlerce milyonlarca gölge oluyorum… Sonradan başlıyorum yaşamaya işte buyüzden, belki de yaşamıyorum, kendime karanlık ediyorum! Kendimle çeliştiğim kadar çelişmiyorum da gördüklerimle…Olsun diyorum.

Var işte birşeyler var! Ve gelip geçiyorlar! Adsızlar apartmanından yaşlıca bir teyze yine aynı rutinle halısını silkeliyor sanki de üzerime terk edilmiş boş odalardan sarkanlar yapışıyor…Giyiniyorum, süslenip püslenip yazıyorum sonra! ''İnsan sayfalara süslenir mi?'' demeyin ben adsızları oynuyorum! Hergün ve her gece…Mutlu muyum bilmiyorum fakat umrumda değil! Başka türlü olamayacağım; biliyorum…

"…. Onlarca adım var benim. Yo! Yüzlerce. Bildiğim, bilmediğim, uydurduğum, duyduğum bütün adlar benim. Her an farklı bir adım olmalı. Hiçbirine anlam, duygu, anı ve eylem yüklenmemeli. Hiç kimse bana ne diyeceğini bilememeli. Artısı eksisi olmamalı adımın; yüksüz olmalı. Beni bilenler beni her defasında ilk kez görüyormuş gibi taze ve anısız bilmeli; ön yargısız ve son yazgısız olmalıyım. Kendime bulduğum bulmadığım her adla kaderim yeniden yazılmalı, yazan biri varsa. İşi zor olacak, çünkü hangi bir adımla uğraşsın. Kusura bakmasın ama defterimi düreceklerse, envanterimi tutmadan dürsünler. Onların işi kolay olsun, diye ille de bir adla yaşamak zorunda olmamalıyım…."
**************************************
Yarattığınız fırsat birçoğumuzu harekete geçirdi; teşekkür ederiz. Kendi adıma, ki adımın varlığını sorgulatan bir yazı yazmama vesile oldunuz, bu fırsata minnettar hissediyorum kendimi.

Herşeyi etiketleme merakı olan kişilere hep böyle şeyler söylemek istemişimdir…

Adımı bilmiyorum; kimsenin adını da bilmediğim gibi. Hatta duygulara, olaylara da sıfatlar yakıştırmak istemediğim, herşeyi "hissetme" seviyesinde bırakmak,
"isimlendirmeyi /etiketlemeyi" es geçmek istediğim gibi..
Nasıl olsa her isim, her sıfat, duyanda kendi tecrübeleri kadar anlam taşıyacaktır.
Bana "Semra" dediğiniz zaman aklımda hemen Semra Özal görüntüsü canlanır. "Aşık" dendi mi, kendi yaşadığım aşk belirtilerini bilirim.
"Kötü insan" benim gördüğüm kadar kötü olabilir; daha kötüyse şaşırırım..

Ben isimleri, sıfatları sevmem.
Hissettiğim, hissettirdiğimle tarif etmek/edilmek isterim.

Galiba bunları eklerdim yazınıza…

"Adımı bilmiyorum ben… Tıpkı her gün arşınladığım şehrin sokaklarının adlarını bilmediğim gibi. Ama kaç kaldırım taşı var o sokakta biliyorum. Çakmakların bol ve ucuz olduğu köşe başı tekel büfelerine inat, her sabah sokağın cadde ile birleştiği köşede tezgahını açan yaşlı adamın kaç çocuğu "olmadığını" da biliyorum…

Adımı bilmiyorum evet… Ama sahildeki balıkçı kahvelerinin önüne bağlanmış kayıkların renklerini biliyorum. Her akşam o kahvelerin yan tarafında duran simitçi çocuğun hayatta en çok kakaolu sütü sevdiğini de biliyorum.

Adımı bilmedğimi bilmek acıtmıyor içimi. Adımın öneminin olmadığını biliyorum diğer bildiklerimin yanında. Ağır gelmiyor bu bilgisizliğim. Çünkü biliyorum ki; ben adımı bilmesem de bana adımı söylemeye bile gerek duymadan seslenenlerin seslerini biliyorum.

…"

Böyle yaşıyorum. Kimi zaman yoruluyorum, dert etmiyorum yine de…
Sonra tesadüfen bir kitap okuyorum, hayatım değişiyor. Nasıl mı? Anlatayım:
A. Alatlı'nın İmre Kadızade'sinden öğrendim koordinatlarımı belirlemeyi. O, kaçırılıp getirildiği bir diyarda "kendi"ne geldiğinde dünyadaki konumunu anlayabilmek için koordinatlarını belirlemişti, kutup yıldızına göre… Ben de artık ruhumu her kaybolmuş duyduğumda yapıyorum bunu: İçimden yaşımı, boyumu cinsiyetimi, nerede doğduğumu, ne iş yaptığımı, medeni durumumu, mali durumumu, alışkanlıklarımı, okuduğum kitapları, yaşadığım yerleri, filanı, falanı sayıp döküyorum bir solukta. Her gün koordinatlarımı belirleyip bir yığın kimlikle donanmış başka başka insanlarla paylaştığım bu dünyayı yaşamayı böylece sürdürebiliyorum.
Bazen hala tüm kimliklerimden azade bir "kendim" olduğunu hatırlıyor; onu özlüyorum ve bu yüzden tekrar kayboluyorum: Hareketlerim yavaşlıyor. Dalgınlaşıyorum. Yaşamanın anlamını yitiriyorum. İşe gitmek, kimseyle görüşmek istemiyor; yalnızca kendimin bana neler söylediğini dinlemek istiyorum.
Ama korkacak bir şey yok; artık tüm bunlar daha kısa sürüyor. Bu dünyaya ve kimliklerime alıştıkça giderek de yok olacak “kendim”e duyduğum özlem. Yeter ki ihmal etmeden her sabah koordinatlarımı belirleyeyim. Aksi takdirde başıma gelecekleri biliyorum: Ruhumu kaybediyor ve bir daha geri dönemiyorum. A. Alatlı’nın İmre Kadızade’sinden öğrendim koordinatlarımı belirlemeyi:
Önüm arkam sağım solum sobe!

Ben tanıştığım insanların adlarını bilmiyorum. Ben kimsenin adını hatırlamıyorum. Bilmiyorum kim kimdir. Gözler var, eller var, burunlar çeşit çeşit, saçlar renk renk, dirsekler, diz kapakları, kulaklar, ayaklar var. Var işte bir şeyler. Ama adlar yok. Bildiğim bütün adları yapıştırıyorum çevremdekilerin sol göğüs cebine. Böyle yaşıyorum. Kimi zaman yoruluyorum, dert etmiyorum yine de.

"Nasıl tanıyayım herkesi! O kadar çok yüz var ki, o kadar çok göz. o kadar çok kulak, yelken kulak, o kadar çok burun, kazma dişler, sarı dişler, eller, kollar, gülme, ağlama, tırnak, bacak, tokat, sinir, gerdan, ayak, saç, uyku, sevgi, toka, gözlük, sakal, sümük, tükürük, ter, ciğer…"

[Reha Erdem böyle devam ettirirdi herhalde bu paragrafı.]

Ben tanıştığım insanların adlarını bilmiyorum. Ben kimsenin adını hatırlamıyorum. Bilmiyorum kim kimdir. Gözler var, eller var, burunlar çeşit çeşit, saçlar renk renk, dirsekler, diz kapakları, kulaklar, ayaklar var. Var işte bir şeyler. Ama adlar yok. Bildiğim bütün adları yapıştırıyorum çevremdekilerin sol göğüs cebine. Böyle yaşıyorum. Kimi zaman yoruluyorum, dert etmiyorum yine de.

ama onlar dert ediyorlar galiba. Hatırlamayınca adlarını, hakaret etmişim gibi bakıyorlar bana. Söylediğim değil söyleyemediğim bir şey için cezalandırılıyorum çoğu zaman.
Adları olmayınca insanların onları anlatmak için daha fazla kelimeye ihtiyaç duyuyorsun. Kekeledikçe kelimeler bölünüyor daha da çoğalıyorlar ve sadece isimsiz değil tarifsiz halede geliyorlar.
Kimseye anlatmak değil benim derdim canım, diyorsun sonra. Derdim kendime anlatmak onları. Adlarına göre tasnif edemiyorsam bunca insanı, kokularına göre ederim bende diyorsun. Gözleri iri saçları gri olan yeşil kokuyor. Sol cebine yapıştırdığın “ Emin” isminden emin değilsin artık. Yapıştırdığın adı söküp, kendi sağ cebine koyuyorsun.

Ada ruh lazım! Sonunda tükendi her gelen adsız bir tarafını kopardı benim de adımın. Direnmedim! Belki de iyi niyet aradım bir adlı gelirde koparılan yerlere yama yapar diye. Hep bir bekleyiş ta ki tükenene kadar…Adım yok benim ama yermeyin beni yukarıdan bakan gözlerinizle aşağılamayın, çünkü biliyorum ki sizin de adınız yok!!!

sen hiç kimsesin
ta ki biri seni sevene kadar
sen kimse değilsin
biri seni önemseyene kadar.

ben kendimi kendimden her bahsedişimde öyle farklı seviyorum ki, adımı her söylemek istediğimde; o an nasıl önemsiyorsam kendimi, oyle sesleniyorum kendime. sevdiğim ve önemsediğim gibi biri oluyorum. kendime yakışan ismi koyuyorum. ben hiçkimse değilim; çok kimseyim;)

Hem bilsem ne olacak diyorum sonra. Ne fark edecek adımı ya da diğer insanların adını bildiğimde? Hepimize insan denmiyor mu sonuçta, bunca ayrılığa ne gerek var? İsmim benim değil, senin k, de senin değil. Başka insanların bizi tanımadan uygun gördükleri karakterlerin isimleriyle yaşamak zorunda mıyız? Diyelim ki öyle, ama ben artık o sandıkları insan değilim ki! Başka bir senaryoyu uygun görüyorum kendime, bağlılıkları olmayan, kök salmamış ve salmayacak. Her gün yeni bir isimle uyanıyorum dünyaya. Hafızamdaki isimler ve cisimler yer değiştiriyor her yeni gün. Monotonluk mu, o da ne? Her gün çocuksu bir merak ve heyecanla açıyorum gözlerimi. Umut var benim için. özgür olabilme umudu, kalıpları ve duvarları aşma umudu. Başkalarının benden beklediklerini değil, kendimden beklediklerimi yaşama umudu. Ve ben bu yeni yaşama bağlanmaktan korksam da, yine de seviyorum. Kim bilir ben ki, gün gelir karıştırmaktan sıkılırım, dinginlik ister ruhum? Olamaz mı, olabilir. Ama o gün bu gün değil asla!

Adımı bilmiyorum ben. Elbette var bir adım. Çevremdekilerin beni çağırmalarına yarayan bir adım var. Var. Ama bilmiyorum ben. Biliyorum da, unutuyorum aslında. Pof diye bir ses çıkıyor, uçuyor aklımdan. Unutuyorum. Evet, evet en doğrusu böyle söylemek; unutuyorum. Karıştırıyorum. Kekeliyorum. Oysa adımı ezbere bilen birileri var, senin adın bu değil ki diyorlar; hemen gülümsüyorum onlara, şakalar yapıyorum, yalanlar söylüyorum, bahaneler uyduruyorum: göbek adım bu, diyorum göbeğime şap şap vurarak. Bir teyzem vardı, beni hep bu adla çağırırdı, diyorum olmayan bir teyzenin anılarını çoğaltarak. Karşımdaki beni hiç tanımayan biriyse, onun belleğine o anda kekelediğim adla kazınıyorum. Onlarca adım var benim. Yo! Yüzlerce. Bildiğim, bilmediğim, uydurduğum, duyduğum bütün adlar benim.

Ben tanıştığım insanların adlarını bilmiyorum. Ben kimsenin adını hatırlamıyorum. Bilmiyorum kim kimdir. Gözler var, eller var, burunlar çeşit çeşit, saçlar renk renk, dirsekler, diz kapakları, kulaklar, ayaklar var. Var işte bir şeyler. Ama adlar yok. Bildiğim bütün adları yapıştırıyorum çevremdekilerin sol göğüs cebine. Böyle yaşıyorum.

Dostlarım yadırgıyorlar başlarda, sonradan alışıyorlar zamanla. Bazıları hoşnut değiller bu durumdan, diğerleri de memnuniyetsizliklerini saklıyorlar belki arkadaşlığımızın hatırına. Ama oradalar işte yine de. Ha keza ailem de orada. Annem,babam , kardeşim, kuzenlerim… Onların çok da seçme şansları olmadı gerçi ya, neyse. Zor zanaat, başarılı,sorumlu ve sorunsuz bir ilk çocuktan sonra, hatalı üretim ben ile uğraşmak. Hepsi alıştılar ama bana, öyle ya da böyle.

Kimi zaman yoruluyorum bu yaşantıdan, dert etmiyorum yine de.

Yo, Hayır! Kendini kandırıyorsun yine. Basbayağı dert ediyorsun işte be adam. Ama yine kendine itiraf edemiyorsun.

Hani geçen hafta kafede kendi başına otururken bir kızla tanışmıştın, adını söylesem hatırlamayacaksın yine. Hani herkes gibi sokağı gören rahatsız sandalyelerden birine oturmak yerine kuytu bir köşede kafenin en rahat koltuklarından birine oturmuş, senin o çok sevdiğin kitabı okuyordu kendi halinde. Üzerinde sıradan bir tshirt , altında blucin ve converse ile ne kadar doğal, ne kadar güzel gözüküyordu. Kafede oturduğun 40 dakika boyunca başka bir tarafa bakmış mıydın acaba? Sonunda hesabı istediğini görünce bir anda karar verip , telaşla yanına gidip tanışmaya kalkmıştın hani. Ve belki de son bir haftanın en güzel anını orada yaşamıştın,ne diyeceğini bilmez bir şekile (her zamanki gibi) bir şeyler saçmalamış, ağzında birşeyler gevelemiştin,konuşmanın sonunda günün geri kalanını ağzın dudaklarında geçirmeni sağlayan o gülüşle karşılık vermişti ya kız. Kimbilir isminin ne olduğunu söylemiştin ona, en azından bir telefonunu isteseydin ya. Hesap ödenmiş, ve yalnız kalmıştın yine, kendi bildiğin ismin ile yapayalnız.

Ama hayır, böylesi daha kolay değil mi? Dert yok tasa yok. Hatırlama derdi yok, hatırlanma derdi. Arayıp sorma, merak etme derdi yok. Çabalamak için neden yok. Tanış veya tanışma, geçsin-gitsin. Hayat sensiz daha güzel, daha kolay. Hep başkaları çabalasın, sonunda da bir isim kartı bahşediver onlara , geçsin gitsin yine.

Öyle değil işte. Ama daha kendime bile itiraf edemez iken, dışarıya açılmak kolay mı? Her yeni insanla, yeni bir benlik. Giderek daha yorucu oluyor inan. Yaşlanıyorum üstelik. Ama inan böylesi daha rahat. Dert yok ,tasa yok. Korku yok.

Doğduğumda kulağıma fısıldamışlar benim ismimi, keşke diyorum bazen, sol göğsüme ismini kondurabilmiş birine fısıldayabilsem ismimi.

06 MART 2010 CUMARTESİ
"Oysa doğar doğmaz kulağıma fısıldamışlardı!"

Adımı bilmiyorum ben. Elbette var bir adım. Çevremdekilerin beni çağırmalarına yarayan bir adım var. Var. Ama bilmiyorum ben. Biliyorum da, unutuyorum aslında. Pof diye bir ses çıkıyor, uçuyor aklımdan. Unutuyorum. Evet, evet en doğrusu böyle söylemek; unutuyorum. Karıştırıyorum. Kekeliyorum. Oysa adımı ezbere bilen birileri var, senin adın bu değil ki diyorlar; hemen gülümsüyorum onlara, şakalar yapıyorum, yalanlar söylüyorum, bahaneler uyduruyorum: göbek adım bu, diyorum göbeğime şap şap vurarak. Bir teyzem vardı, beni hep bu adla çağırırdı, diyorum olmayan bir teyzenin anılarını çoğaltarak. Karşımdaki beni hiç tanımayan biriyse, onun belleğine o anda kekelediğim adla kazınıyorum. Onlarca adım var benim. Yo! Yüzlerce. Bildiğim, bilmediğim, uydurduğum, duyduğum bütün adlar benim.
Kimse yolda çağıramıyor beni böylece. Adımı bilmediğimden dönüp bakmıyorum hiç ardıma, seslenenlere. Dümdüz öne, ileriye, yukarıya. Sessizce, içsesimle yolculuk ediyorum. Yönünü bilince anlamı olmuyor yolculuğun. Maksat yolu gitmek olsun diye adımlamak. Karşılaştıklarınla selamlaşmak maksat. Peşinden koşmadan bir şeylerin, rastlaşmanın güzel ritminde uyuşmak gerekiyor zaten. İsim neme gerek?
Bir teyze. Uzun yol otobüsünde. Tombul bir teyze. Anlatıyor hikayesini. Bu toprakların teyzeleri doğuştan samimi. Korkuyorum önce ondan. Çekiniyorum. Nasıl döküyor hayatını diye düşünüyorum önüme, bu kadar hızlı çuvallarca buğday gibi. Nasıl yani bir deneyim diye düşünüyorum kalbinin dilinle bu kadar bağlı olması, hızla. Bu kadar net, pırtlak bir sivilce gibi ortada olmak nasıl bir deneyim acaba? Teyze anlatıyor da bitiriyor bile. Kınadan geliyormuş, kınada tavuk yemişler. Ballı baklava bir de. Yemişler doyasıya. Oynamışlar. Ama şimdi de düğüne ne giyeceğiz telaşı başlamış. Şişman teyze. “O yüzden siyaha mahkumum” diyor. “Ama kızım ben beyaz giymek istiyorum. Çiçek gibi açmak böyle. İçim açılsın istiyorum” diyor. “E giy teyze” diyorum, “nasılsa şişmansın”. “Siyah ne kadar kaybettirecek ki görüntünden.” İki sırdaş gibi kıkır kıkır gülüyoruz. Teyze rahatlıyor sonra. Maviş gözleri ışıldıyor. Kocaman sarılıyor bana. Kaynaşıyor hikâyemiz.
Bir zenne. Uzun yol otobüsünde. Hostesin çay falına bakıyor. Daha önce hiç çay falı bakan birisini görmemişim. Sonradan fark ediyorum aslında “bakmadığını”. Sanki ezberden, sanki o çok uzak başka yerden geliyor zennenin bilgileri. İnce beli gibi incileri döktürüyor. Gerçek bir zenne ile tanışmanın heyecanını yaşıyorum. Kartını veriyor bana. Çay falı teklif ediyor. Kabul etmiyorum. Arkasını dönüp yeni potansiyel müşterisine giderken bakıyorum karta. Normal bir kartvizitin üçte biri boyutunda. Kırmızı zeminin üzerinde minik pembe kalpler var onlarca. Çılgın dansçı yazıyor. Altında cep telefonu numarası. Çılgın. Ne acayip kelime şu çılgın diye geçiyor aklımdan. Yalan söylemeyeyim, neme lazım.
Bir uzun yol durağı. Tost. Köpüklü ayran. Sigara üstü tuvalet arası. Tuvaletlerin üzerlerindeki işaretler küçük. Saçlarım pembe. Çok yorgun, uykusuzum bir de. Depresifliğim ondan uzak kaldığımdan. Tuvaletlerden birine dalıyorum, gözlerim yarı açık yarı kapalı. Ellerim tutuk, ruhum ardımda bir mesafede kaldı. Tuvaletten “hooop bayan!” sesleri duyuyorum. Burası erkekler tuvaleti. Saçlarım pembe, gözlerim kapalı. Bir tek sesler kalmış zihnimde. Bütün tost yiyenler gülüyor halime. Bütün ayran içenler. Kasiyer “biraz dalgınsınız galiba bayan” diyor “aman dikkat”. Bayan olmaktan memnunum. Ona ne adımı söylüyorum, ne de anlatıyorum hikâyemi. Ben değilim o, sıcak ama mesafeli.

Ben tanıştığım insanların adlarını bilmiyorum. Ben kimsenin adını hatırlamıyorum. Bilmiyorum kim kimdir. Gözler var, eller var, burunlar çeşit çeşit, saçlar renk renk, dirsekler, diz kapakları, kulaklar, ayaklar var. Var işte bir şeyler. Ama adlar yok. Bildiğim bütün adları yapıştırıyorum çevremdekilerin sol göğüs cebine. Böyle yaşıyorum. Kimi zaman yoruluyorum, dert etmiyorum yine de.

Yekta bey, öyküyü aynı zamanda kendi blogum http://www.edagunay.blogspot.com'da da yayınladım. Bilginiz olsun.

İzleyicilerim arasına da beklerim!

bir yorum bırakın