Philip Glass ile bir öğleden sonra!

11 Aralık 2009 günü, öğleden sonra. Philip Glass ile Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda röportaj yapacağız. Gittiğimizde büyük usta henüz ortalarda yok. Öğreniyoruz ki, bir şeyler yiyip öyle gelecekmiş. 48 saat içinde Kuzey Amerika, Güney Amerika, Kanada arasında mekik dokuduktan sonraki Türkiye uçuşunda, vejetaryen olduğunu bildirmesine rağmen istediği gibi bir yemek yiyememiş. Çevirmenine “Bildiğim iyi bir yer var, gel oraya gidelim,” demiş. Daha önceki Türkiye ziyaretlerinde gidip beğendiği pek çok yer varmış. Zaten Glass şehrin birçok yerini bizlerden iyi biliyor olabilir, çünkü sırtına çantasını atar gezermiş her gelişinde.

Fazla bekletmiyor bizi. Yürüyüş ayakkabısı, sırt çantası, rahat kıyafetiyle salona girip bana doğru yürümeye başladığında heyecanlanıyorum. Çevirmeni aracılığıyla tanışıyoruz. Sakin bir ses tonu, pırıltılı ama yorgun bakışları var. (Bir gün sonraki “Solo Piyano İçin Etütler ve Diğer Çalışmalar” başlıklı resitalinde bakışlarının gerçek ateşini görebileceğiz.) Yapacağımız röportajın içeriği ile ilgili birkaç cümleden sonra hemen piyanoya yöneliyor. Oturuyor. Yayında istediği bir eserinden kısa bir bölüm çalıp çalamayacağını soruyorum. Hiç itiraz etmeden kabul ediyor teklifimi, hatta hoşuna gidiyor bu. Bu büyüklükte bir ismin kaprissiz-katılımcı tavrı sadece beni değil, bütün ekibi rahatlatıyor. Birkaç nota duyuyoruz. O gelmeden edindiğim bilgiyle atılıveriyorum, “Henüz akort edilmemiş, dilediğiniz kadar bekleyebiliriz,” diyorum. Yapacağımız röportajın yayına yetişeceğini biliyor, “Çok uzun sürer akordu beklemek,” diyor. “Hiç önemli değil,” diyorum, “siz ne zaman tamam derseniz o zaman başlarız.”

Çok kısa bir süre düşünüp, “Tamam,” diyor, “ben de akortlu olan tuşlarda bir şeyler çalarım.” Ciddi mi şaka mı yapıyor anlamaya çalışırken, dönüp bir arkadaş edasıyla gülümsüyor.

Sonrasında röportaja başlıyoruz. Sahne için yaptığı çalışmalardan film müziklerine, 15 kişiye konser verdiği günlerden ödüllere (ödül almak için yeterince ana-akım olmadığını düşünüyor örneğin), Allen Ginsberg’den Woody Allen’a, Disney ile ilgili yeni projesinden Sünger Bob izleyiciliğine sohbet ediyoruz. Konuşurken bir elini piyanoya koyuyor arada, uzak durmak istemiyor. Zaten “Güne piyanoyla başlıyorum, günü piyanoyla bitiriyorum,” diyor.

Yorgun olduğunu bildiğimiz için kısa bir röportaj olacağına söz vermiş durumdayız. Öyle de oluyor. Oysa daha konuşacak çok şey var. “Merkezde ilerleyen konuşma biraz daha kenar mahallelere kaysa keşke,” diyorum içimden ama vedalaşma zamanı olduğunu da biliyorum. El sıkışıyoruz.

Bu kalibrede bir sanatçının tevazuundan çok etkileniyorum. Bu birkaç ünlü isimde daha yaşadığım bir duygu; Hellen Mirren, Spike Lee, Ahmad Jamal, Gilberto Gil, Asia Argento… Bu isimlerin sıcaklığı, birlikte iş yaptığı insanı rahatlatan tavırları, mütevazı konuşmaları, anlayışları her seferinde ağzımı açık bırakmıştı. Philip Glass da bu listenin ön sıralarındaki yerini alıyor. Son anda cep telefonuyla bir fotoğraf çektirme isteğimi de kırmıyor. Böylece o günden geriye titrek bir fotoğraf ama çok sağlam anılar kalıyor.

Bir gün sonraki resital de asla unutulmayacaklar arasına giren, olağanüstü bir deneyim. Philip Glass, İstanbul’dan böyle geçiyor işte.

Röportajı izlemek isteyenler için…

Comments (6)

hoşlandığı adamı arkadaşlarına anlatmak istediğinde ordan burdan çaydan şekerden garson kızdan tabaktaki kıldan bahsedip uzun uzun konuşunca herkesin gülümseyip evet bu kız bu adama aşık deyip başka da bir şey demediği zamanlar:)))

Böyle bir hoşgörüyü ve böle bir tevazuyu bir yabancıdan görünce şaşırıyoruz.Bunu pek türkiye de görmediğimizden kaynaklanıyor tabiki.
Sanatı hakkında yorum getirmeyecem tabiki de
Ama İstanbul da olmak vardı :/

Konseri izledim. Sanki sahneye ben çıkacakmışım gibi heyecanlı ve gergindim o gün. Metamorphosis sırasında gözyaşlarımı bıraktığımda biraz daha iyi hissettim. Glass yaşayan en büyük piyano üstatlarından. Onu dinlerken bile heyecanlanmamak elde değilken, karşılıklı oturup sohbet etmenin getirdiği endişeyi tahmin edebiliyorum. Neyse ki sizi rahatlatmış.

Anlattığınız anektod çok hoşuma gitti.
Sevgiler.

İşte soluklanabilmem için yeni bir hava deliği daha! Öğrenilmesi gerekenin çokluğu. Geç kalıyorum, aman tanrım geç kalıyorum!

"The Hours" soundtrackini tavsiye ederim..

1982 de Stuttgart da onun "Satyagraha" operasinda söyledim. Orkestrayi Dennis Russel Davies yönetti, reji ve sahne tasarimini Achim Freyer yapti. Glass Avrupa da daha yeni yeni taninmaya basliyordu. Opera Gandhi'nin yasamini ve büyük yürüyüsünü konu alir. Devamli tekrarlayan pasajlar önce ses tellerimizi sonra sinirlerimizi gerdi. Yavas yavas alistik, hatta sevmeye basladik. Prömierden sonra eser Almanya da sensasyon yaratti. Kapali gise oynadik. Ardindan trilogie olarak Echnaton ve Einstein Operalarini besteledi. Büyük bir müzik kafasi!

Leave a comment