Arasta Çarşısı‘nın girişinde karşımıza çıkan bu küçük kızın darbukayı böyle havalı tuttuğuna bakmayın. Öylesine vurmaktan başka bir amaç için kullanmıyor. Belki anlayamadığımız derin bir yeteneği var da, göstermek istemiyor.
Darbukacı Kız’dan elli metre ileride karşımıza çıkan bu çocuklar ise sevimliliklerinin karşılığını açık açık istiyorlar. “Fotoğraf çektiririz ama para isteriz abi,” diyor küçük kız. Para vermek istemeyince yol boyunca peşimden ayrılmıyorlar. Sonunda parayı vermeye razı oluyorum ama “Fotoğraf çekmeyeceğim,” diyorum. Küçük kız bunu kabul etmiyor, inatla fotoğraf çektirmek istiyor. Fotoğrafta oğlanın suratının asık olma nedeni belli. Parayı kız kaptı çünkü. Oğlan bu haksızlığa razı olmuyor ve bu karenin çekilmesinin ardından para alana kadar peşimi bırakmıyor.
Küçücük bir odada oturmuş bulmaca çözerken görüyoruz amcayı. “Veteranlar Evi burası,” diyor. “Türkçe anlarım ama konuşamam,” dedikten sonra dediğimiz hiçbir şeyi anlamıyor. Öyle bakıyor bize. Hep gülümsüyor. Veteranlar Evi dediği, iki tane masadan başka mobilyası olmayan odada, tek başına oturuyor.
Türkiye’den geldiğimizi duyunca hemen “İstanbul mu?” diyor ünlü köfteci ‘Qebaptore Te Syla‘nın az aşağısında karşımıza çıkan amca. Kadir Topbaş’ı çok beğendiğini söylüyor. “İyi hizmet etti, biz burada hep bakıyoruz televizyondan,” diyor. Prizren’e de böyle hizmet gelmesi gerektiğini söylüyor. Şehirde gün boyunca devam eden altyapı kazılarını ve tamiratları görünce hizmet istemekte haklı olduğunu düşünüyoruz. “Selam söyle benden İstanbul’a,” diyor. Selamı üstümüze alıyoruz. “Bizim böyle sakalımız var diye çok çektik zamanında, ama peygamber efendimizin sünnetidir, kesmedik yine de,” diyor. Karşınıza çıkan biriyle beş dakikadan fazla konuşunca savaş yaralarının kabukları dökülmeye başlıyor. Zaten savaş yarası kabuk bağlar mı?
Ufak tefek olanı Türkçe biliyor, gözlüklü sadece kafa sallamakla yetiniyor. “Nasılsınız?” sorusunu “Sizi gördük iyi olduk,” diye cevaplıyorum. Hemen “Biz sizi gördük çok daha iyi olduk,” diyor. Önce birlikte fotoğraf çektiriyoruz, sonra ikisini çekiyorum. Biraz sohbet ediyoruz. “Biz kasaba insanıyız, aklımız şehirde değildir,” diyor. Yol tarif ederken “Şu binanın önünden geçmeyin ama,” diyor parmağıyla bir harabeyi gösterip, “öyle eskidir ki kafanıza düşebilir.” Yolu tarif ettikleri yetmezmiş gibi bizimle yürümeye başlıyorlar. Sonra birden kayboluyorlar ortadan. Kasaba insanı onlar.
Terzi Mahallesi‘nde küçücük bir dükkanda çalışırken karşımıza çıkıyor Skender Purava. Önce işini yarım bırakıp sohbet etmek istemiyor, sonra dayanamayıp geliyor yanımıza. Yolun ilerisinde ne olduğunu sorduğumuzda “Park var, Melih Gökçek yaptırdı o parkı, Arnavuttur, çok sever burayı,” diyor. Ahmet Priştina’yı soruyorum; “Bilmez miyim?” diyor. Dükkanın sağına soluna bakıyorum, onarılmayı bekleyen pantolonlar çoğunlukta. İşsizliğin acı yüzü, kendini paça boyuna yapılan eklerde gösteriyor.
“Ne bira içeceğiz?” Bu soruyu Papaz Çarşısı‘nın orada bir bakkala soruyorum. Hemen önündeki kasadan bir şişe kaldırıp “Peja!” diyor. Çoktan tadına bakmış durumdayız Peja’nın. Hatta Prizreni ve Tirana biraları da tadıldı. Ama bakkal haklı, Peja’nın ayrıcalığı var burada. Peja (Peç/Pec) yani İpek şehrinde, Drini i Bardhe şelalelerinden gelen suyla yapılan, çok lezzetli, içimi kolay bir bira. Su düşkünü biri olarak Kosova yüzümü hep güldürüyor zaten; hem kaynak sularının hem de şişe sularının içimine doyum olmuyor. Bu güzellik Peja birasına da yansıyor tabii. Her zaman buz gibi servis etmeyi de ihmal etmiyorlar.
Henüz dikkanını temizlerken selamlaşıyoruz ama hemen içeri buyur ediyor bizi. “Pleskaviç yemeden geçmeyin!” diyor. Pleskavica büyük bir köfte. Zaten burada köftenin (qufte), sucuğun (suxhuk), kısacası etin her çeşidini çatlayana kadar ve inanılmayacak fiyatlara yiyorsunuz. Örneğin üç bilemedin dört tanesiyle fazlasıyla doyacağınız büyüklükteki maydanozlu köftlerin tanesi 70 sent. Yani içeceğiyle, salatasıyla, tatlısıyla 6-7 avroya rahatlıkla kalkarsınız sofradan. Üstelik damağınızda, unutmayacağınız bir köfte lezzeti olarak. Prizren’de köfte yemeden yolunuza devam etmeyin.
Aylin. Bir hediyelik eşya dükkanında çalışıyor. Türkçesi gayet düzgün. Güleryüzlü. Biraz mahcup. İstanbul’u merak ediyor. Zaten henüz gelmemiş olanların çoğu Türkiye’yi, özellikle de İstanbul’u merak ediyor. Gençlerin en büyük şikayeti Prizren’de doğru düzgün bir kitapçı olmaması… Ama bu küçük ve az nüfuslu şehrin önemli sanat etkinlikleri de var. Orada bulunduğumuz süre içinde ikincisi düzenlenen ‘Uluslararası NGOM Müzik Festivali’ bunlardan biri. Bu yıl ’72 saat müzik’ sloganıyla başlayan festivale aralarında Türkiye’nin de yer aldığı dünyanın 40′a yakın ülkesinden müzik grubu katıldı. Prizren’in beş ayrı bölgesinde kurulan sahnelerde müzik gurupları aralıksız sahneye çıktılar. Özellikle gecenin geç saatlerinde sahne alan yerel gruplara ilgi yoğundu. Eskişehir’den Prizren’e gelen Türk grup ‘Kırık Çizgi’, performansını 23 Haziran Cumartesi akşamı yaptı.
Ama Prizren denince açılması ereken çok büyük bir sanat parantezi var. DOKUFEST. Bu yıl 11.düzenlenecek olan Uluslararası Belgesel ve Kısa Film Festivali ile ilgili daha uzun bir yazı yazmam gerekiyor. Bengi Muzbeg ve Veton Nurkollari ile kahve sohbetimiz inanılmaz ufuk açıcıydı. Geçen yıl PJ Harvey‘i beş gün Prizren’de konuk eden festival, bu yıl da Samira Makhmalbaf‘ı ağırlayacakmış. Olağanüstü bir girişim olduğunu söylemeliyim. Ama ne dediğimin tam olarak anlaşılabilmesi için Prizren’i görmüş olmak gerekiyor.
PJ Harvey, geçen yıl planladığından daha uzun kalmış Prizren’de. Elinde defteri, yeni albümü için şarkı sözleri not almış. Köfte yemiş, kahve içmiş bol bol. Peja yudumlamış arada. Bir türlü ayrılamamış. Doğru. İnsanı kendine bağlayan bir yer Prizren. İnsan asımını attığı ilk andan itibaren ayrılmak istemiyor.
Boşuna dememişler, Şadırvan’dan bir kez su içen, buraya mutlaka bir daha geliyor…
Fotoğraf altı notu: İşte Şadırvan ve hemen arkasında Prizren’de motor kullananların yakından tanıdığı bir ismin sahibi olduğu Hemingway Kafe. Şadırvan’dan su içmekte olan Bora. Şadırvandan su içen yani Prizren’e yine gideceklerin listesinde ve bu yazıdaki “biz” öznesinde onunla birlikte Başak, Handan, Deniz ve Burcu ile ben varız. Yazı evsahiplerimiz Apo ve Erma Taklacı çiftine teşekkürlerimizle bitsin. Ama Prizren’in içimizdeki duygusu hiç bitmesin.
Böyle evede otururken hadi Prizrene gidelim der mi insan? sonra giderde böyle naif bir insan grubuyla çakışmanın mutluluğunu yaşar mi? bu yazıya girmemiş 2 çocuk var ki insanın kalbini değil ruhunu da delip geçer gözleri….
aslında yalnızca bunun için bile gitmeye gitmiş olmaya değer.
"masumiyet"imizi ne zaman yitiriyoruz; gözler böyle bakabiliyor ve gülücükler donup kalabiliyor?
en derinden dokunanı bu….
benim babam prizren doğumluydu.1936 yılında göç etmek zorunda kalmışlar.o kadar derin bir yara açmıştıki oradan ayrılmak bir daha da hiç ziyaret etmek istemediler.biz ilk defa geçen sene gitme fırsatı bulduk.o topraklarda her neslin üzerinde ayrı bir savaş yarası var, insan bunu çok açık hissedebiliyor.umarım bundan sonraki yıllar onlara yaşadıkları tüm acıları unutturacak kadar iyilik getirir.
Bu yazınızda Prizren'deki festivaller hakkında, Prizren doğumlu eşimden daha çok şey öğrendim. Harikasınız!
Prizren farklidir,Kosovanin cevheridir bu kent,sanatsever kenttir Prizren….
gezmek icin hos ama yasamak icin hic iyi bir yer degildir disi sizi ici bizi yakar gezerken herkes begenir bir de yasamayi deneyin 🙂