Pıtırcık: “Ne yani yalan mı, iyi valla…”

Pıtırcık’ın bir sinema filmi olduğunu duyduğumda heyecanlandım ama biraz da korktum açıkçası. Çocukluk yıllarımdan bu yana maceralarını okumaktan sıkılmadığım bir kahramanı, beyazperdede, ete kemiğe bürünmüş görecek olmanın gerilimiydi bu. Sonunda gidip gördüm filmi. İyi ki de gördüm; bütün o gerilim yerini büyük bir rahatlamaya ve kahkahalara bıraktı. Hem de bana kendi Pıtırcık maceramı hatırlattı. İtiraf ediyorum: Ben bu filmin baş oyuncusu Maxime Godart’tan çok daha önce, 1979’da Pıtırcık olmuştum.

Önce filmden söz edeyim. Kendi macerama sonra sıra gelecek. “Le Petit Nicholas – Pıtırcık” benim de içinde bulunduğum bir kuşağı yakından ilgilendiren, Fransız çocuk kahramanın sinema uyarlaması. İyi zaman geçirmek, iyi hissettirmek dışında büyük cümleler kurmayan, sinema izleme zevki dışında bir vaadi olmayan ama bu vaadini de fazlasıyla yerine getiren bir seyirlik. Senarist Alain Chabat, René Goscinny’nin öykücüklerinden nefis bir örgüyle ulaşmış senaryoya. Öykülerdeki temel duruş, yani hayata Pıtırcık’ın gözünden bakma duruşu maharetle korunmuş. Goscinny nasıl bizi bütün dünyaya çocukların gözünden-süzgecinden bakmaya davet ediyorsa, sinema uyarlamasında da bakış açıları buna göre tasarlanmış. Yönetmen Laurent Tirard, dönem filmi, çocuk filmi, komedi filmi janrlarının gerektirdiklerini ustalıkla harmanlamış. Çocuk-yetişkin dengesi gayet yerinde. Filmin yetişkin oyuncu kadrosu, rahatlıkla aşırıya kaçabilecek skeçlerin her birinde, çocukların evreninde birer figür olarak inandırıcılık sağlıyorlar. Ama alkışın aslan payı çocuk oyunculara. Maxime Godart nefis bir Pıtırcık olmuş. Lüplüp, Gümüş, Tıngır, Çarpım… Hepsi harika… (Basın gösterimi sonrası herkes Dalgacı’nın hayranı olmuştu.)

Filmi isteyen izler zaten, ben kendi hikayemden uzaklaşmayayım. Filmin üstüne bir şeyler yazmayı düşünürken aklıma “İyi Kitap” için yazdığım yazı geldi. Aslı Tohumcu’nun Tudem Yayınları için hazırladığı, çok başarılı bir dergi bu. Bir çocuk kitapları-çocuk yayıncılığı dergisi. Üstelik “Ücretsiz”. Her sayısında bir yazara “Ben yazsaydım…” adındaki köşelerinde, yazarı olmak istediği kitabı soruyorlar. Ben de Kasım 2009 tarihli 9.sayıda Pıtırcık üstüne bir yazı yazmıştım. Şimdi film gösterime girdiğine, eşzamanlı olarak Goscinny’nin kızı tarafından derlenen yeni bir Pıtırcık kitabı CanÇocuk yayınları tarafından yayınlandığına göre, bu yazıyı hatırlamanın tam zamanı.

(Okuyacağınız yazıdaki kişi ve olaylar tümüyle gerçektir. Ne yani, yalan mı?)

Pıtırcık’la, Milliyet Çocuk dergisinin sayfalarında tanışmıştım. Ankara’da geçen çocukluğumu dünyaya açan parlak kapılardan biriydi Milliyet Çocuk dergisi. Ülkü Tamer’den Tele Yunus, Umur Bugay’dan Kirpi Çocuk, Mıstık’ın çizgi-dizisi Uzay Çocukları, Emin Özdemir’den Sözcükler Dünyası, Sulhi Dölek’ten Muzaffer İzgü’ye ustalardan öyküler, her sayıda bir çizgi-romanın tamamı.

Ama Pıtırcık’ın yeri ayrıydı. Dergiyi elime alır almaz, sayfaları iştahla çevirir, Sempé’nin desenlerini görene kadar hız kesmezdim. Orta sınıfın korkularla büyütülen tedirgin evlatlarından biri olarak, okulun bahçesindeki polislerin ürkütücü kasklarına bakar, yakındaki lisenin bahçesinden gelen çatışma seslerinin, slogan atan ağabeylerimizin-ablalarımızın haykırışları eşliğinde kendimi Pıtırcık’ın şahane arkadaşlarından biri olarak düşünürdüm; Lüplüp, Çarpım, Gümüş, Toraman, Sırım, Dırdır. Onlar için tek tehdit okulun gözetmeni Karagöz’dü ne de olsa. Milliyet Çocuk’u okumaya hep Pıtırcık’la başlamışımdır. -Kimse kusura bakmasın yani, sonracıma üzüldüm falan demek yok ama!-

Vivet Kanetti’nin maharetli çevirisiyle Pıtırcık olarak tanıdığım Parisli kardeşimin dünyaya geliş öyküsünü yıllar sonra öğrenecektim. Şaşıracaktım. Hem de ne şaşırma! Okuldan evden sokaktan tanıdığım, bana hayatımın gülünecek yüzünü gösteren Pıtırcık, ağabeyim sayılırdı, benden on yıl önce doğmuştu. Renè Goscinny‘nin kaleminde, Jean-Jacques Sempé‘nin fırçasında hayat bulmuş sonra da kardeşim olmuştu.

Çocukluk böyle bir şeydi işte. Ankara’nın havası kirliydi, okula giderken ağzımızı bir mendille kapatmamız gerekiyordu, tüpgaz ve yağ kuyruklarında beklerken üşümemek için türlü oyunlar bulmalıydık, o kışı çıkaracak kadar kömür depolayamamıştık, Milliyet Çocuk almak için Küçükesat Pazarında fazladan mesai yapmam (kesekağıdı ticaretini unutmayalım!) gerekiyordu ve bilmediğim bir şehrin tanımadığım dünyasında yaşayan Pıtırcık sayesinde bütün bunlara gülebiliyordum.

Derken kararımı verdim. Ben de benzer hikâyeler yazacaktım. Üstelik sıra arkadaşım Levent Gönenç, ustaların takdirini kazanan, daha o yaşlarda dergilerde-gazetelerde karikatürleri yayımlanan özel bir yetenekti. Goscinny- Sempé ortaklığının bir benzerini yaratabileceğimize inanıyorduk. Bizi anlatan bir karakter yaratacaktık, bunu uzun uzun konuştuğumuzu, hatta bir-iki deneme yaptığımızı hatırlıyorum. Notlar, hikâyecikler, desenler… “Ben yazsaydım,” demektense “ben yazıyorum,” diyecek olmanın hayaliyle paylaşılan heyecanlar… Elbette öyle bir karakter hiç doğmadı. (İşin kötüsü, bu yazıyı yazmadan Levent’le konuştum, ikimizde de not-desen, hiçbir şey yok!)

Yine de pes etmedik. Özgün karakterimizi yaratamamıştık ama okuduğumuz Pıtırcık hikâyelerinden hareketle başka bir şey yaptık: minik bir oyun! Oyunumuz ilkokul mezuniyet töreninde görücüye çıktı. Ben Pıtırcık rolündeydim, Levent ise Çarpım –o tarihlerde gözlüklü tek arkadaşımız oydu, üstelik itiraf etmeliyim, gerçekten de öğretmenin kuzusuydu-. Bu fikir Pıtırcık tutkunu sınıf arkadaşlarımızın da hoşuna gitmişti. Lüplüp, Çarpım, Gümüş, Toraman, Sırım, Tıngır, hepsi Ankara’daki bir devlet ilkokulunun aynı zamanda beden eğitimi derslerinde kullandığı orta avlusunda sahnedeydi işte. Bir şekilde başarmıştık. Hem ayrıca, Goscinny’nin sözleriyle de olsa, müdürümüzle ve halden anlamayan bazı öğretmenlerle de dalgamızı geçmiştik.

O mezuniyet töreninden siyah-beyaz birkaç fotoğraf var elimde, kötü çekilmiş, titrek. Hepsi bu.

Pıtırcık’la ilişkim hiç bitmedi, hala arada bir açar, bir hikâyecik okuyuveririm. Parisli kardeşim, bana yine bu dünyanın anlamlı kahkahalarından birini hediye eder. Yaşlanmayan ikizimi hiç okumamış olanlara da üzüntüyle bakarım. Ne yani yalan mı iyi valla…

Comments (11)

Benim de okumayı öğrendikten sonra bitirdiğim ilk seri idi kendisi. Her öyküde her kitapta ayrı bir güzellik bulmuştum.
İşin ilginç yanı hayat ilerleyip tanıdığım insanlar çoğaldıkça kitaptaki karakterlerin hepsine benzeyen birileri ile de tanıştığımı fark ettim.
Çok gerçek çok güzel bir serüvendir.. Ne iyi ettiniz de değindiniz…

Çok hoş bir yazı, çocukluğuma gittim bir anda.. Aklımda hep siyah-beyaz canlanıyor Pıtırcık ve arkadaşları (Sempé'nin çizimleri sağolsun), filmi izleyerek Pıtırcık'ın yıllardır bende uyandırdığı hisleri değiştirmeyi göze alabileceğimi hiç sanmıyorum. Hem filmin afişinde Dırdır'ı unutmuşlar 🙂

sempénin kendi yarattığı Marcellin Caillou'yu öneririm bir de, bakalım onda da Pıtırcık'ta olan özelliklerden (fiziki-duygusal) bulabilecek misiniz 🙂

ps. filmi görmeyi cok istemiştim ama Türkiye'de bildiğim kadarıyla gösterime girmedi nerden izlediniz acaba, meraklardayım…

Filmin türkçe dublajlı olması korkuttu beni; fragmandan bu yüzden memnun kalmadım (oysa ki haberi aldığımda ben de çok heyecanlanmıştım.) Siz nasıl buldunuz dublajlı halini?

Pıtırcık sadece eski kuşakların değil, bizler gibi genç nesillerin de hayal dünyalarını süslemişti çoğu zaman. Bir köy ilkokulunun tozlu sıralarında okuduğumu hatırlıyorum, şimdi her ne kadar içeriğinin ne olduğunu tam olarak hatırlamasam da. Filminin çekildiğini de sizden öğrendim ve ilk fırsatta izleyeceğim. Bu güzel hatırlatma ve bilgi için çok teşekkürler.

bir çırpıda okuduğum ve beni her daim bambaşka dünyalara taşıyan Pıtırcık benim de çocukluk anılarımın en cafcaflı karakterlerinden. kendini o kadar sevdirdi ki bugün dahi yeni bir dil öğrenme amacıyla bile olsa Almanca basımlarını okuyorum. Filminin çekilmesi çok heyecan verici olmuştu, şimdi sıra izlerken keyif alabilmekte…

Filminin yapıldığını bilmiyordum. Ben de hala ara sıra açar bir hikayesini okurum. Anılarla karışık yazınızı okumak bir keyifti. Elinizde kalan not-desen yok belki ama paylaşabilecek anılarınız var:)

Bu arada dergi okuyabilmek için benim fazla mesai yapma imkanım olmadı:( ama ben de bakkalla anlaşma yapmıştım. milliyet çocuk dahil bilumum dergileri orada okurdum.

Cok kiyak bir yazi olmus! 😉

ne severdim pıtırcığı hala da severim tabii, Pıtırcık'ın bisikleti seriden okuduğum ilk kitaptı Lüplüp le maceralarını okumaktan hala zevk alırım. Sadece basit bir çocuk kitabı olmadığını düşündüğümden lisede de o garip bakışlar altında Pıtırcık'ın Bisikleti'ni tanıtmıştım.Finallerden sonra yine o kumaya karar verdimm…

Pıtırcığı kafamda öyle çizmişim ki zamanında,benim için o kadar görünür hale gelmiş ki,bu ruh halim sebebiyle,filmin beni tatmin edebilme noktasında başarısız olacağına dair sağlam bir önyargıya sahibim.
Önyargı,önyargı..def edilmesi gereken bir şey sanırım.

[…] önce Sempé ile tanışma yolculuğumu Fil Uçuşu’nda yazmıştım. İlkokul yılları, Milliyet Çocuk dergisi, Goscinny’nin kaleminden çıkma Le […]

Leave a comment