Soğukkanlı Romans

Defterlerle ilişkimin ne zaman, nasıl başladığını elbette hatırlıyorum. Uzun hikâye. Bugünden bakınca söylenebilecek olan, bu ilişkinin giderek artan bir şiddette, hadi kendime anlayışlı davranmayayım, hastalıklı bir şekilde sürdüğüdür. Çocuk yaştaki defterlerimden birkaçı bugüne ulaşabildi. Bir iki yıl önce bu defterlerden birinde, dokuz yaşımdayken cebimde taşıdığım bir defterde, ilk roman denememin notlarını buldum. Demek ki o zamandan bu zaman çalışma yöntemlerim pek de değişmemiş.
Her zaman yanımda bir defter taşımışımdır. İçinde sadece notlar, kelimeler, cümleler, fikir kırıntıları değil, gündelik yaşamımın parçaları da vardır. Yazmayı düşündüğüm öykünün kurgusuyla ilgili bir notun hemen altında bir “hatırlatma notu” yer alabilir örneğin. Kimi zaman defteri böyle kullanmak dağınıklık hatta hainlik gibi gelir, farklı konular için farklı defterler taşıma kararı alırım. Uygulayamam.

Çocukken kimi zaman defterlerimi kendim yapardım. Samanlı kâğıtlar (ya da o zamanlar Ankara’nın en sevdiğim kırtasiyecisi olan Subora’dan aldığım “şöller” kâğıtlar) özenle kesilir (ne kadar özen göstersem de eğri büğrü olurdu), yorgan iğnesi yardımıyla dikilir, el işi dersinde öğrendiğim yöntemlerle ciltlenirdi. Tek kopya olarak hazırladığım ilk şiir kitabım da böyle bir deftere yazılmıştı. Ne o şiir kitabı kaldı bugüne, ne de o defterlerden biri. Artık biliyorum: kaliteli defter yapmak zordur.

Cebimde taşıdığım küçük defterlerin dışında bir de büyük boy defterlerim vardır ki, işte onlarla olan ilişkim iyice zorludur. Bu büyük boy defterler çalışmam masamın üstünde küçük defterlerdeki notların, daha düzenli ve bütünlüklü bir şekilde kendilerine aktarılacağı zamanı beklerler. Notlar notlarla birleşir; düşünceler notlara eklenir, metin oluşmaya başlar. İlk birkaç satır pek hevesli, pek kendinden emindir. Ancak sonra tökezlemeler, üstü çizilmiş satırlar… giderek vazgeçmeler baş gösterir. Büyük defterler sayısız yeniden başlayışın gizli sığınağıdır.

Defterle çalışmak konusunda kıskançlıklarım da vardır. Kimi yazarların gayet düzgün bir el yazısıyla, dolma kalemle ve olabildiğince az düzeltme gerektirir bir netlikte defter çalışmaları yaptığını duyduğumda burnumun direği sızlamıştı (Yoksa bir şehir efsanesi midir bu?). Her kitap dosyası için ayrı bir defter tutan ve defterinde düzenli adımlarla ilerleyen bir yazarı kıskanmak suç mu? Yusuf Atılgan bir söyleşisinde, sedire oturup kâğıtlara yazdığını, yazdıklarına son halini vermek için de epey uğraştığını söyler. Benim büyük boy defterlerle olan ilişkim de böyle tanımlanabilir; uğraşmak. Adımlarım düzenli değildir, zikzak çizerek ilerlerim defterin sayfalarında.

Yazma sürecimin defterlerden sonra gelen saplantılı boyutunda kalemler vardır. Açıkçası çoğu yazarın kalem konusunda hassas olduğunu düşünmüştüm yıllarca. Galiba pek öyle değil. Oysa benim defter ve kalem konusundaki tavrım… açıkçası hastalıklıdır. Defterlerime kimse dokunamaz, kalemlerimi kimseye vermem. Arada kullansam da tükenmez kalemden pek hoşlanmam. Metin kendini belli etmeye başlayana kadar kurşun kalem (yumuşak uçlu olmalı ve iki üç satırda bir açılmalı), mutlu sona yaklaştığımı hissettiğim andan başlayarak dolma kalem. Kalem deftere oranla biraz daha pahalı bir zevktir. Her ikisinde de nabzımı hızlandıran markalar, modeller vardır. Dolayısıyla bana defter-kalem hediye edildiğinde mutlu olur, heyecanlanır, kuş görmüş kedi gibi titrerim. (Dilerim yazının bu kısmını bana hediye alma düşüncesindeki dostlarım okuyordur.)

Ortaokul öğrencisi olduğum yıllarda babamın “Antares” marka “Capri” model daktilosuna el koymak için türlü numara deneyip, sonunda başarılı oldum. Deftere yazdıklarımı temize çekme işini de yıllarca “F” klavyeli bu daktiloyla yaptım. (Arada dededen kalma “A” klavyeli olağanüstü şık daktiloya da saldırdığım oldu ama her seferinde geri püskürtüldüm.) Sonrasında bilgisayar ve hâlâ kullanmakta olduğum “Q” klavye dönemi başladı. Kimi zaman doğrudan bilgisayara yazdığım da olur. (Örneğin bu yazı.) Ama doğrudan bilgisayara yazdığım yazılarda bile not almak, çizelge yapmak (evet, ben yazarken çizelgeler, tablolar, zaman dizinleri yapmaktan çok hoşlanırım) için defterim yanımda olur. (Örneğin bu yazı.)

Yazıyla olan ilişkim üstünden günlük hayatımı nasıl düzenlediğim soruluğunda sadece defterlerden ve kalemlerden söz etmem garip gelebilir. Ama oturduğum yerden, yazdığım an’a bakınca, sahne ışıklarının en çok onları aydınlattığını görüyorum. “Sabahları erken kalkar, hafif bir kahvaltının ardından, günlük gazeteleri okur, yürüyüşe çıkar sonrasında da…” diyemem; yok böyle bir şey. Ya da “Gecenin geç zamana kadar yazar, gün ağarırken…” diyemem; bu da tam anlamıyla doğru olmaz.

Yazmanın zamanı yok benim için. (Evet, geceleri tercih ederim ama bu değişmez bir kural değildir.) Kimi zaman sabah erken başlayıp işe gidene kadar, kimi zaman iş dönüşü masaya oturup, yemeği bile unutarak geç vakte kadar… Çalışma masamın başında olmayı severim; yazma anlarında da, benim için “çalışma”nın en keyifli zamanı diyebileceğim okuma anlarında da. Defterlerle çalışırken de, bilgisayarın başındayken de kahve. “İlham geldiğinde, gözlem yaparken, çevreyi hissederek,” sözlerine inanmam. Yazma eyleminin romantikleştirilmesi gereksiz gelir bana. Bu sözler bir başladı mı ipin ucu kaçabilir ve “yaşamı duyumsamak, yaşanmışlıkların izdüşümlerinde kaybolmak,” gibi noktalara kadar uzar. Ben kaybolmadan çalışmayı sevenlerdenim. Kabul ediyorum; yazıyla ilişkide mutlaka romantik bir yön var, ama bunu düşünerek yazmakla, yazma anında bunu düşünmeden yaşamak arasında bir fark olmalı. Yazarın yazdıklarıyla arasındaki ilişki soğukkanlı değil midir yoksa?

Bir de küçük defterlerin, büyük defterlerin, kalemlerin, bilgisayar tuşlarının maddi varlıklarını yitirdiği, gecenin ve gündüzün algılanamadığı, dış dünyanın çalışma masasından ibaret olduğu, kahvenin soğuduğu bir an vardır ki… sanırım çoğu yazar o an’ın tanımını dilediği gibi yapamaz; yapmaz. O an geldiğinde yazarın, yazının zamanı ilerlemeye başlamıştır; böyle bir an’ı kim yirmi dört saatle sınırlayabilir ki?

Yorumlar (20)

Defterlerle ve çeşitli kalemlerle olan hastalıklı ilişkinizi çok iyi anlıyorum. Ben de çocukluğumdan beri aynı hastalıktan muzdaribim ve iyileşmeyi de hiç istemiyorum!

kaderimin, defterlerime yazdıklarımla sınırlandığını düşünmüşümdür hep.yaptıklarım ve yapamadıklarım.
yekta kopan'ın bir saat önce klavyesinden dökülen satırları okuyabilmek çok keyifli. kalem defter buluşması kadar da heyecan verici…

İmreniyorum hala kâğıda yazabilenlere. Ben sanırım bu noktada çok üşengeçleştim ya da yaşadığım o kötü tecrübe sonrasında bana ait , kendi el yazımla yazılmış yazılara kimsenin ulaşmasını istemedim. Şimdilik bunun sebebini düşünmek istemiyorum. Zaten bugüne kadar sorgulamayışımın nedeni de gayet açık! Ama şu su götürmez bir gerçek ki o da defterlere ve kalemlere olan tutkunluğum. Yine oldukça sakin kelimelerle ifade etmişsin (bu en sevdiğim yönü zaten) onlara olan hayranlığını. Ben galiba kavga çıkartabilecek kadar bencilim o konuda. Ki sorsalar bu hayatta hiç bencilleştiğin oldu mu başka konuda diye iki-üç şey haricinde bir şey söyleyemem. Onlar da gerçekten aklen ve kalben ciddi anlamda tutkunu olduğum şeylerdir.
Kalemler ve defterler konusunda bir sürü hikayem vardır hali hazırda. Aslında onlarda güzel öyküler çıkabilir.(Yazının yazan bir diğer kişiye yol göstermesi) 🙂 Aklımda kalanlardan bir tanesi yazayım: Ankara'da Güven Park'ın hemen karşısında bir kırtasiye vardır. Ben deli olurum oraya. Daha deli olduğum birçok yer vardır ama dolmuştan ilk indiğim yerdeki yaşanan 'yakın yer' deliliğime orası rastlar.Canım sıkıldığında kırtasiyelerde dolaşmayı seviyorum. Her ne kadar sayısını bilmediğim kadar kaleme sahip olsam da her defasında büyük bir açgözlülükle yenilerini almaktan kendimi alıkoyamıyorum. Yine böyle bir günde ne var ne yoksa almıştım. Akşam eve döndüğümde babam her zamanki gibi kalemlerimi görüp ve içlerinden birini beğenip 'şunu bana versene kızım' demiş ve bu onun sakince söylediği son cümle olmuştu. Çünkü ben can haliyle 'olmazzzzzz' diye bağırmıştım. Sonrasında malum, babacığımın o güzel bencil olmamalı insan başlıklı bir söylevine nail olmuştum. Biz babamla kalem ve defter konusunda çok tartıştık. Hepsi tatlı ve dışarıdan bakıldığında o kadar da can yakmayacak hikayelerdir. Kimse kızmasın bana. Cimrilikle, bencillikle de suçlamasın. Ben de paylaşamam kalemlerimi ve defterlerimi. Zorla defter aldırdığım arkadaşlarım vardır. Olmadığından değil. Mutlu oluyorum. Ama kurşun kalem unutulmamalı.
…ve şimdi bu yazıyla birlikte arkamı dönüp çekmecedeki yıllanmış ama hala kullanılmamış kalemlerimi düşündüm. Kendimden bile saklamışım, kıyamamışım. Bir de böyle bir durum var. Kullanamamak bazılarını. Galiba o kutudaki kalemler on yıldır bende. Kendime güldüm iyi mi şimdi.

Galiba biraz obsesiflik hepimizde var, belki de bazılarımızda biraz daha fazla.

Oda karanlık.Uyumaya çalışıyorum. Hayır,uyuyamıyorum.Çünkü zihnimin uyumasına izin vermiyorum.
Düşünüyorum.
Derken kelimeler dönüyor zihnimde.
Birkaç kelime,cümle örgütleniyor.
Kıvılcım çakıyor yani.
Şu ufuktaki bir paragraf mı ne?
Hemen kalkıp bilgisayarı açıyorum.
Bekliyorum.
Bilgisayar ışığı vuruyor yüzüme önce.
Sonra bembeyaz bir sayfanın sorgu ışıkları yüzümü aydınlatıyor karanlıkta.
Tam o anda defterin sadeliğinin,sırdaşlığının,
solgunluğunun yerini alıyor ekran.
Unutturuyor herşeyi.
Yazmayacaksan ne diye açıyorsun diye bakıyor sanki bilgisayar.
Bugün yazıp yarın koparttığım sayfaları özlüyorum o anda.
Üstünü çizmeyi seviyorum kelimelerin,öyle düzeltiyorum.
Filmlerdeki gibi buruşturup kağıtları biriktirmeyi seviyorum.
Ama olmuyor çöp kutusu var bilgisayarın.
Arada saman kağıdı gibi bir blog temasıyla gönlümü alıyor bilgisayar.
Ama şimdi,unuttum işte.
Yatıyorum ben,oynamıyorum.

Ben nabzımı hızlandıran defter-kalem alamıyorum, bir serveti havaya savurduğumla kalıyorum, çünkü hepsi bir kenarda duruyor, kullanmaya kıyamadığım için..! Sonra gidip yine, üzerini karalamaktan çekinmeyeceğim ucuz bir şeyler alıp dönüyorum! Pfff. Bu bizim yaptığımız, hayatı kendi kendine zindan etmek değil de nedir?

Çocukluğumdan beri severim yazmayı, anlatmayı. Anlatacak insanım olunca zamanla körelmişti bu bende. Ama DTCF’nin siyah, eski kütüphanesine dar-uzun pencereden süzen gri ışıkla tekrar başlayıvermişim yazmaya. Bir de üzerine soğuk yalnızlık eklenince kelimeler, cümlelere; cümleler satırlara dönüşmüş. O günden bugüne kalemim ve küçük not defterlerim hep elimde.

Gariptir; "o an" bende uzadıkça uzar, kendi yazdıklarımın fazla fazla etkisinde kalırım.. Soğuk kahvenin bile lezzeti, heyecanı ayrıdır bende. Tıpkı küçük defterlerin büyüklere oranla daha zengin olması gibi…

Defterlere, kalemlere düşkün bir yazarın, yazdıklarıyla arasında bence soğukkanlı değil, duygusal bir ilişki vardır. Hele de tükenmez kalem sevmeyen bir yazarsa… Duygusu aynen bize geçen bir yazının soğukkanlı yazılması mümkün olabilir mi! Beyinden çıkıp kağıtlara dökülen her bir sözcüğün, duyguların imbiğinden geçtiğine inanırım. Yekta Bey, siz tabi ki yazı ortamınızı romantikleştirmeye gerek duymazsınız… Romans sizin içinizde, isteseniz de soğukkanlı yazamazsınız ki…

İlahi rastlantılara inanıyorum: Bugün kalem çekmecelerimi karıştırırken hiç kullanmadığım şık bir kurşun kalemi aldım elime -gümüş kaplamalı olan- saten kesesinden çıkarıp, okşadım. Artık biriktirmeleri bırakıp, yavaş yavaş "vermelere" başlamalıyım diye geçirdim içimden. Duygusal bağlardan, soğukkanlı kararlarla kopmalıyım derken, kalemi çalışma masamın üzerine yerleştirdim. Bütün öğleden sonra ve akşam odaya girip çıktıkça "kime hediye edebilirim" diye düşünerek, kıyamayarak bakıyordum. İşte biraz önce "Soğukkanlı Romans"ı okuyunca ışık yandı, kalem sahibini buldu. NTV'ye göndersem elinize geçer mi Yekta Bey…

Masumiyet Müzesi’nin internet sitesinde "Pamuk Yazıhanesinde Romanı Yazarken" diye bir bölüm var. Oradaki resimlerden bir tanesi ben çok etkilemişti. Orhan Pamuk, romanı bir bloknota ve anladığım kadarı ile çok kaliteli bir dolma kalem ile yazmış. Resim, kitabı, yazarı ve yaşadığı serüveni o kadar iyi açıklıyor nitelikte. Ben bastım, kitabımın içinde saklıyorum. (http://www.masumiyetmuzesi.com/images/standart/pictures/press/08.jpg)

Ben yazarların, yazılarını nasıl yazdıklarını hep merak ederim. Sizin serüveninizin de bir bölümünü öğrenmekten çok keyif aldım. Çok teşekkür ederim. Belki siz de; bloğunuza Karbon Kopya’nın ilk kopyasını eklersiniz. Eminim Karbon Kopya’yı okuyan herkes için çok değerli olur.

Şimdi bu yazının üstüne, sayfaları dolduğu için çalışma masamın çekmecesinde duran küçük, şu yaprakları açılmasın diye boyuna doğru lastikli olanlardan, siyah defterimi hocanın üzeri kitap, dergi, ödev, makale fotokopileri ve notlarla dolu kağıtlarla yığılı masasının köşesinde unuttuğumu anlatmalıyım. ( Oturduğum koltukta ben ve yanımda getirdiğim her şey kucak kucağaydık. Defteri çıkarıp yazmak için masanın köşesinde kendime bir yer açmıştım.)

Günün beklenmedik zamanlarında elimi çantama atıp bir şeyler (telefon numarası, tarih, kitap, film, sözcük, öksürme biçimi betimlemesi, yepyeni bir kurgu haritası vd.)not etme gereği duyduğum defter yoktu! Evden oldukça uzaktaydım. Geri dönemezdim. Fakat emindim dün çantada olduğundan. Ama eve geldikten sonra ona hiç işim düşmemişti. Dün yorgundum. Biraz çalışıp yatmış; sabah da kahvaltısız yola çıkmıştım. Bu hızlı kesinlemelerin ardından; arabaya baktım. Kimsenin dikkatini çekmemeye çalışarak ön koltukların altını aradım. Nasrettin Hocanın gece evde kaybettiği yüzüğü sokak fenerinin altında araması gibi o an arayabildiğim her yeri ellerimle yokladım. Hiçbir yerde yoktu.

Dün gittiğim tüm açık ve kapalı alanları belleğimde arayıp çıkardım. Düne ait saat üçe kadarki zaman dilimini zihnimde güvenle atlattım; her seferinde “Evet orada da yanımdaydı.” dedim. Fakat saat üç sıralarında hocanın yanına gittiğimi anımsadığımda suyun yolu değişti. Bu küçük ayrıntıyı uzun süre gözden kaçırmıştım. Kısacık bir görüşmeydi, yarım saat bile sürmemişti. Fakat bu kısacık anda onu orada unutmayı başarmıştım. Burası, insanın bütün yaşamını sıkıştırdığı lanet olası küçücük defteri unutması için düşünülebilecek en kötü yerdi. Bir arkadaşımı arıyor gibi “Aaaa şeyyy defterimi orada unutmuş olabilir miyim?” diye sorabileceğim bir merci değil orası! Randevu almak için ya da mühim bir şey sormak için arayabilirim orayı… Sonra senaryolar yazmaya başladım. Odanın sahibi defteri bulur ve “Hımm bu da nesi?” sorusuyla birlikte defteri açar. İlk sayfada adımı görür. Ve okumaya başlar. Aman Tanrım! Ya da hayır, böyle bir şey yapmaz. Hocalar yapmaz öyle şey! Geri dönmemi bekler ve defteri bana verir. “Kimseye güvenmemek lazım!” biçimindeki yaygın öğüt çınladı kafamda. Ne kötü bir öğüt. İnsanı daima tetikte tutan, boğucu… Bir karar verdim. X’i arayacak ve hocanın odasına gidip durumu anlatmasını isteyecektim. X’i aradım ve başıma gelenleri anlattım; planımı söyledim. X, şu an orada olmadığını fakat yarın oraya gittiğinde derhal bu işi çözeceğini, endişelenmemin yersiz olduğunu söyledi. Hatta hocanın belki defterin varlığını bile fark etmeyeceğini; kaldı ki fark etse bile asla buna kafasını yormayacağını belirtti. Beni bir ölçüde teskin etti bu açıklamalar. Fakat tam manasıyla sakinleşemedim. Gece uyuyamadım. Kabuslar gördüm. Defterim suya düşüyor, annem günlüğümü okuyordu… Ertesi gün işe gidince saat 10 sularında X’i yine aradım. Hocanın saat 13 ‘te geleceğini o zaman dek beklemem gerekeceğini söyledi. Günlerden Cuma’ydı ve hocanın rutin olarak yaptığı önemli işlerinden biri vardı. Her hafta cuma günü saat 13’te ancak odasında olabiliyordu. Öğle yemeği yiyemedim. X’in aramasını bekledim.

Saat 13. 15’te X aradı. “Hoca fark etmemiş bile. Defteri sormadan masanın köşesinden de alabilirmişim. Orada öylece duruyordu. Ama soruyu sorduğum için adın Leyla oldu.” dedi. Bu duruma gücenmedim (Başka bir durumda bu beni incitebilirdi. Alıngan biriydim.) X’e çok iyi bir dost olduğunu, bana büyük bir iyilik ettiğini söyledim. İşten çıktığımda çok geç olacaktı ve defteri pazartesi günü almaya karar verdim. Heyecanım söndü: defter güvendeydi.
Sonra ne mi oldu? O defterin fazla şey içerdiğini düşündüm. Artık ele geçirilme olasılığını düşünüp daha temkinli yazacaktım. Daha kapalı bir üslup. Ve burada yazmaya lüzüm görnediğim bir sürü tedbir…

Kendimi buldum birazda olsa anlattıklarınızda. Ben hangi kırtasiyenin önünden geçsem, içeri girip o defterlere dokunmadan, en sevdiklerimi almadan çıkamam. Hediye amacıyla almadıysam da asla paylaşamam. Kalemlerle bağım defterler kadar güçlü olmasa da klavyeden sonra, sanırım defterlerimi de ihmal ettiğimi anladım.

Güzel bir yazı olmuş. 🙂 Kalem ve kağıtla olan romantik ilişki sırasında yazamamanın verdiği sıkıntı nasıldır peki? Bazen bir cümle bile yazamaz insan ya da sayfalarca yazdığı çöpe gider. Böyle zamanlarınız da olmuştur. Nasıl bir duygudur o. Yazılmak istenen öykünün kapısını zorlamak, bir türlü açamamak… Merak ettim doğrusu.

Sevgiler

Yorumlar bölümü kimi zaman yazının varlığından başka bir ruh haliyle (belki çekici, belki şaşırtıcı) yeni kapılar açıyor. Yazamamak, ayrı bir yazının konusu olsun. Bir hediye olarak kalem de öyle… Teşekkür ediyorum; en güzel hediye bütün o kalemlerden çıkma bütün bu yorumlar…

Merhaba,
Ne acayibim kac yasinda kadin oldum hala daha defter kalemle ugrasiyirum demisim bir notumda.. Demek ki yanliz degilmisim…:)

Kendimi bildim bileli, saklimda bi defterim olmustur…
yazarim not eklerim bildigimi duydugumu yazarim..
Sonra onlari imha ederim..! Sonra dayanamam bi daha defter
tutarim kendime… Simdilerde yerini tuslarin tikirtisi aldi..

Gecenin bi vakti benim defteri gorup 6 yasindaki yegenim ben de teyzemin
gullu defterinden istiyorum diye tutturmustu..
Kirtasiyeler kapali o saatte..
Gidip tahtakaleden almistik gullu defter..

izniniz olursa, bu yazinizi ve digerlerindende alintilamak isterim…
alintila blogu yaptim kendime, o kadar guzel paylasimlar var ki; onlari okuyup gecemedigim icin biriktirmeye karar verdim…

saygi ve selamlarimla…

Yazan herkesin kalem ve defter üzerine bir tutkusu var sanırım.
Ben tepesi tüylü kurşun kalemleri severim. Kırmızı, mavi, mor…
Ne renk bulursam alırım. Siyah kaplı defterlere yazmayı sevmiyorum.
Yazdığım defterlerin kapları tablo gibi… Özel tasarlanmış.(www.paperblanks.com)
Bunlara yazmayı çok seviyorum.
Kadınsı bir durum işte!

Defterler ve kalemler kendimi bildim bileli beni kendilerine çekmiştir. Binbir türlü defterim ve kalemim var. Hala da koleksiyonuma koleksiyon katarım. Ama hepsi boştur ya da ilk bir iki sayfasında bir kaç karalama, o kadar.

Yazamama durumları üzerine söyleyeceklerinizi heyecanla bekliyorum. Sevgilerimle.

Bu ne bir nostalji ne de bir romantizm. Her yazarın böyle bir kendine has yaratma süreci olmasından daha doğal ne olabilir? Şayet bu bir aydınlığa yürüyüş mücadelesi ise yazarın silahıdır kalemi defteri.

Not: Bir okur dostunuz olarak kalemim ile defterime notumu aldım 🙂

Bu konuda bir yazı kaleme aldığınız için teşekkür ediyorum. Benim yazma serüvenim başlayalı sadece birkaç ay oldu. En başlarda, bu işi bir ''zaman kaybı'' olarak görüyordum. Yıllarca da böyle düşündüm, ta ki birkaç ay öncesine kadar. Çevremdekilere anlatamadığım durumları, duyguları kısa kısa öykülerle ifade etmeye başladım.
Bu sayede kendimi ifade edebilme olanağı buldum bir nevi. İlk başlarda sadece bilgisayarla yazıyordum. Bu tembellikten kurtulmam gerektiğini anladım ve elimin altında birkaç A4 kağıdı ve kurşun kalem bulundurmaya başladım. Zaman olarak ben de geceleri pek seviyorum, hele şu aralar hafif hafif de rüzgar varsa havada, seriliyorum balkona, taslaklarımı oluşturuyorum. Birkaç gün içinde bir sürü taslak oluşuyor. En beğendiğimi de blogumda yayımlıyorum. ( Merak edenler kizaramayanelma.blogspot.com adresine bakabilirler. )

ben de halen kagıda yani deftere yazma hastaligi olanlardanim. Birgun gazetesine, bilgisayarla yazıyorum acil yetistirmek icin ama onun dısında bütün iç dökme, siir, deneme yazılarım defterlerde… kalemin kagıda değişi bir baska..
çizim yaparken de kullandigim icin ufak yastan beri ilk askım kalem-kagit ikilisi… bilgisayarla cizim yapanları anlayamıyorum…

ece dorsay

Gerçekten çok içten ve çok samimi bir yazı olmuş. İnsan özeniyor ve hemen kalkıp ne yazdığını umursamadan sadece defter doldurmak adına yazmak istiyor.

bir yorum bırakın