12 Eylül darbesinin hemen ardından gelen günler… Ankara… Kadim dostum Levent Gönenç’le geçiyor günlerim. O çiziyor, ben yazıyorum. Okuyoruz, izliyoruz. Vaktinden önce büyümek zorunda kalmış çocuk irileriyiz. Hayatın üstümüze erken giydirdiği, bedenimize büyük ukalalık ceketleriyle dolaşıyoruz ortalıkta. Seslendirme stüdyolarında tanıdığımız insanlarla sohbetler değerli bizim için. Dil Tarih Tiyatro Bölümü öğrencisi-mezunu abilerimiz, ablalarımızla sohbetler de böyle. Çocuk gibi davranmıyorlar bize. Hatta bu ‘yaşıtmış gibi’ durumunu biraz abarttıklarını söylemek mümkün. O isimlerden birinin ayrı değeri var Levent’le benim için. Bu dünyadan çok…
Ankara
Bir kitabı okumadan tavsiye edeceğim şimdi. Yazarının adını söylediğimde, özellikle bir kuşağın neden böyle yaptığımı anlayacağını düşünüyorum: Engin Ergönültaş. Ankara yıllarımda, dostum Levent Gönenç ile mizahın muhalefetiyle adım adım ilerlemeye çalıştığımız o yıllarda, Engin Ergönültaş adı bizim için tanığı olamayacağımız dünyalara açılan bir pencereydi. Şehrin korunaklı alanındaki yaşamlarımızın kapalı ve kırılgan haliyle yüzleşebilmemiz için bir pusulaydı onun çizdikleri. Levent Cantek “Türkiye’de Çizgi Roman” adlı kapsamlı ve önemli kitabında çerçeveyi daha iyi çiziyor: “Ergönültaş, ezilmiş insanların, marjinallerin argoyu, cinselliği, şiddeti kullanışlarını…
Aşağıda okuyacağınız yazı “Lanterno Magico” isimli sinema fanzininin 2005 yılının Kasım ayında yayımlanan ve seksenleri mercek altına alan altıncı sayısında yer almıştır. Eylül rüzgarıyla bilinmeze savrulmaya başladığımız yıllardı. İşin garibi bütün o bilinmezliğin önünün/ardının güzel olduğu, olacağı söylendi bize. Baştan biliyorduk öyle olmadığını, olmadı da zaten. Kendimize bir araç yapıp geleceğe yolculuk etmek belki bizi kurtarırdı; geleceğe gitmek isterken geçmişe düşmek bile iyiydi açıkçası; umutsuzluktan iyidir her şey. DeLorean bulamayacağımıza göre Murat 131’den bir araç yapabilir, akı kapasitörünü yapmasak da…
Teklif Metin Celâl‘den geldi. Özgür Edebiyat dergisinin “Yazarın Masası” köşesi için benimle bir söyleşi yapmak istediklerini söyledi telefonda. Söyleşiyi 5 Temmuz 2012‘de gerçekleştirdik. Saat 10’da sohbet edeceğimiz tiyatro mekanına doğru giderken yolda Adnan Özer‘le karşılaştım. Merdivenleri beraber çıktık. Atilla Birkiye çoktan gelmiş, taze çekilmiş kahveyi makineye koymuştu. Kayıt cihazını ne ara açtılar, sohbet söyleşiye ne ara dönüştü farkında değilim açıkçası. Sonunda ortaya benimle yapılmış en uzun söyleşilerden biri çıktı. Özgür Edebiyat’ın Eylül-Ekim 2012 tarihli 35inci sayısında yayımlanalı aylar oluyor, kişisel…
…bir aynadan bakar her birini aynı içtenlikle giydiği onlarca karakterden geçmiş yüzüne, o muhteşem duruşuyla… ve o esnada başka bir yerdedir artık Macide Tanır da… Macide Tanır (1922 – 2013) Ankara Radyosu’nda, temsil kayıtları yaptığımız günler. Macide Hanım, her repliğin önünde arkasında düzeltiyor beni. Tonlamadan nefes almaya, mikrofon önü duruşundan hayat duruşuna kadar. Tane tane anlatıyor ne yapmam, ne yapmamam gerektiğini. Derslerimin ne durumda olduğunu soruyor her gördüğünde; okul öncelikli olmak zorunda. Hatta stüdyoya girmeden ne yediğimi bile soruyor; çok yediysem…
Yıl 1984… Yaşım on altı…. Ankara’da Kuğulu Park’ın sessiz banklarından birinde, olağanüstü iki hediye alıyorum. Boris Vian‘dan “Günlerin Köpüğü” ve fotokopiyle çoğaltılarak hazırlanmış bir dosyada Arkadaş Z.Özger‘den “Sakalsız Bir Oğlanın Tragedyası”. Bir solukta okuyorum ikisini de. Aşığım, daha çok aşık oluyorum. Fena halde on altı yaşındayım. Anlayacağınız, kitapla tanışmamdan bu yana neredeyse otuz yıl geçti. Otuz yılın içinde dönüp dolaşıp okuduğum kitap, zihnime her seferinde farklı imgeler düşürdü. O büyülü-büyüleyici atmosferi her seferinde yeni bir görselliğe taşıdım. Bir yandan da sorup…
Milliyet Sanat Dergisi kırk yılı geride bıraktı. Bir süredir dergide “Noktalı Virgül” adını verdiğim köşede yazıyorum. Aşağıdaki yazıyı da, bu köşede, derginin kırkıncı doğum günü için yazdım. Şimdiki gibi mantar panoların satılmadığı o yıllarda, çalışma masasının karşısına köpük bir plaka asardık. Sıkıştırılmış köpüklerin raptiyelerle, iğnelerle delindikçe dağılıp dökülmeye başlamasına aldırmadan, hayatın izlerini sabitlerdik görüş alanımıza. Benimkinin sağ üst köşesinde bir kartpostal vardı; başımı her kaldırdığımda Marilyn Monroe oradan bana gülümserdi. Sol köşede Can Yücel’den bir şiir, hemen yanında haftalık ders…
Söyleşi: Kübra Ceviz – Ersin Embel (Gazete Solfasol, Eylül 2011) Bu söyleşi Ankara’da yayımlanan Solfasol isimli bir amatör gazeteden geliyor. Söyleşiyi yapanlar Kübra Ceviz ve Ersin Embel. Sağ olsunlar ricamı kırmadılar ve söyleşiyi Fil Uçuşu’nda paylaşmama izin verdiler. Peki neden bu söyleşiyi Fil Uçuşu’na koymak istedim. Yolu Ankara’dan geçip de Süleyman Bağcıoğlu’nu bir kez dinlemiş herkes anlayacaktır beni. Bu coğrafyanın en değerli gitaristlerinden birinden söz ediyoruz. Çok dinlemişliğim vardır. Sadece dinlemek de değil; birlikte büyülü-buğulu geceler geçirmişizdir. Ankara’dan İstanbul’a savrulduğum…
Ayrıntılara girmeyeceğim. Ama sadece “benim için özel bir an’dı” diyerek de geçiştirmeyeceğim. O kitabın, Wolfgang Borchert imzalı Üzgün Sardunyalar‘ın elime geçtiği an’da, o ilk öyküyü okuduğum an’da yaşadıklarımı paylaşmalıyım ki başlıktaki soru bir anlam taşısın. Bir öykünün okunma an’ını her yönüyle aramalıyız ki, okurluk denen o biricik varoluşun bize özel karşılıklarını bulabilelim. Çoğu kitap ve bende yeri olan çoğu metin için yaptığım bir şeydir bu.; sorduğum soru basittir: Ben o metinle nasıl bir ilişki kurdum? Ne zaman, hangi fiziksel ve ruhsal…
Ablamın arkadaşıydı Eftal Küçük. Arada bir eve de gelirdi. Ankara Ballıbaba Sokaktaki sobalı evin salonunda otururlardı. Ablam yedi yaş küçük kardeşinin ‘ayak altında’ dolanmasını pek istemezdi herhalde. Ama kendimi alamazdım “gitar çalan ağabeye” bakmaktan. Bir keresinde de farklı bir aletle gelmişti; hayatımda ilk kez buzuki görmüştüm ben de. Sonrasında çocukluk hayranlığı yerini, Yeni Türkü hayranlığına ve o unutulmaz Akdeniz Akdeniz albümünü, nota nota ezberlemeye bıraktı. Eftal Küçük’ün albümdeki katkısı yadsınamaz ama özellikle Yaşar Miraç’ın sözleri, Selim Atakan’ın bestesi ve Zerrin…