Bugün geç saatte öğrendim; Cruyff ölmüş. Hani şu “Sarı Fare” vardır ya, işte o. Hani Barcelona’ya sevgime, her daim Portakallar yensin isteğime neden olan, adıyla anılan dönüşlü çalıma bakmaya doyamadığım, antrenman sevmezliğinden sigara tiryakiliğine türlü efsanesini defterime not ettiğim adam. Bildiğiniz Johan Cruyff. Futbolu seviyorum dediğimde burun kıvıranlara, dersini veren ağabeylerimden biriydi o. En kibirli futbol düşmanının bile kayıtsız kalamayacağı hikayelerin kahramanlarından biriydi. Ölmüş dediler. Cruyff ölmez ki. Bilmiyorlar.
Futbol
Öldüğünde cebinden bir tren bileti çıkmış. Nedendir bilinmez yolculuğunu o biletle değil de arkadaşının arabasıyla yapmayı seçmiş. Belki de kırk altıyı bitirip kırk yedi yaşına bastığı o günlerde, “En saçma ölüm şekli bir araba kazasında ölmektir,” sözünün peşinden gitmek istemiştir. Yayımcısı ve yakın dostu Michel Gallimard’ın kullandığı Facel Vega marka otomobilin bir ağaca çarpmasıyla bitmiş doludizgin bir hayat. 6 Ocak 1960 tarihli France Soir haberi “Yol düz, kuru, ıssızdı. Kader böyleymiş,” başlığıyla vermiş. Dünya Albert Camus’ye böyle veda etmiş. İşte…
…sırf popülerliğinin doruğunda olan Cruyff ile hesaplaşmak için topu ceza sahasına değil, orta sahaya sürüp “Sarı Fare”ye bacakarası yapan Georges Best, hayata aldırmaz bir bakış fırlatmaktadır. Georges Best (22 Mayıs 1946 – 25 Kasım 2005)
Kesmeşeker‘in albümü çıkar çıkmaz NTV Cumartesi ekibi olarak tam zamanlı dinlemeye başladık. Hem grubun duruşunu seviyorduk hem de daha önce programa konuk ettiğimiz Cenk Taner‘i kenimize iyice dost bellemiştik. (Program konukluğu sonrasında bir gece, beklenmedik bir anda Cenk’le Adana’da karşılaşmam da ayrı güzellik.) Fakat bu albümde bütün bunların dışında bir ruh hali vardı, her dinleyişimizde kendimizi “ceza sahasındaki Metin Kurt gibi yalnız” hissetmemize neden olan bir şey. NTV Cumartesi kadrosunun arada bir de olsa futbol konuşan ekibi, şarkının ışığında biraz…
• Haydarpaşa’da yangın. Bir gün geçti ama hala doyurucu, inandırıcı, soruları cevaplayan bir açıklama yok. Olacağına dair bir inanç da yok; işin kötüsü bu inançsızlığa alıştırılmış olmak. Bitmek bilmeyen bir atalet durumu. En basit ve sığınılan nedenle, yani ihmal bile olsa, akıl alır gibi değil. İstanbulluların, yolu Haydarpaşa’dan geçen herkesin, hatta Haydarpaşa’yı sadece filmlerde görmüş olanların bile içi yandı oysa. Üniversite yıllarımda dostum Derya Billur’la yaptığım tren seyahatleri yıllardır anlatılan anılarla doludur. Haydarpaşa’ya geldiğimiz anda ilk işimiz birer simit alıp…
Her ne kadar Türkiye’deki futbol algısı ve sergisi uzun zamandır meşin yuvarlaktan soğutmuş olsa da, konu Dünya Kupası olunca mesafeli durmadım; elimden geldiğince daldım konuya. 1974’ü şöyle böyle hatırlıyorum; Almanya’daki kupanın neşeli müziğini, amblemini ve özellikle Cruyff’u unutmak zaten mümkün değil. Beckenbauer ve Müller de harikaydı ama o zamanlar mahalle maçlarında “Ben Cruyff olucam,” demek daha havalıydı. Yine de benim için kadroların ezberlendiği, maçların ağzı açık seyredildiği, finalin heyecanla beklendiği kupa 1978’de Arjantin’de düzenlenen kupadır. O zamanlar süper yıldız Maradona…
Futbol merakı, babadan oğula geçer bu coğrafyada. (Yeni kuşaklarla birlikte anne-babadan, oğullara ve kızlara geçer demek gerekiyor elbette.) Herhangi iki rengin takipçisi olmak, ailenin sürekliliği için, bir ruhun yakalanabilmesi için basit bir araçtır sanki. Çekirdek ailede iktidarın yarıldığı ve demokratikleşme yolunda adımların atılabildiği anlardır maç saatleri. Bütün aile, en azından doksan dakikalığına aynı dilden konuşur. Benim taraftarlığım da babadan mirastır. Çocukluk rüyamda babamla “gönül verdiğimiz” takımın futbolcusu olmanın hayallerini bile kurardım; eminim rüyalarımda kupa kaldırmışlığım da vardır. Üniversitedeyken, futbolculuk hayallerim…