Alper Atalan‘ı yaklaşık on yıl önce tanıdım. Tanışma hikayemiz de ilginçtir; İspanyolca dil kursunda sınıf arkadaşı olduk. O zamanlar benim kitaplarım yeni yayımlanmaya başlamıştı, Alper çeşitli dergilerde mizah yazıları yazıyordu. Hayatı fazlasıyla ciddiye alan bu adamla kısa sürede her konuda sohbet eder hale geldik. Sakin konuşması, gülen gözleri, bütün o sohbetlere başka bir değer katardı. Kurs sona erdikten sonra sürekli kılamadık dostluğu. İkimiz de hayatın farklı yollarına savrulduk. Bu geçen yıllar içinde önceleri seyrek de olsa haberleşirdik ama zamanla o…
İletişim Yayınları
Bir süre önce Fil Uçuşu’nda, okumadığım bir kitabı önermiştim: Engin Ergönültaş‘tan “Minare Gölgesi”. Buradaki vurgu, okumamış olduğum kitap kısmında. 8 Mart tarihli ve “Engin Ergönültaş’tan Bir Roman: Minare Gölgesi” başlıklı o yazıdan sonra bir okur haklı olarak, okuamdan kitap önermem konusunda beni eleştirmişti. Oysa yazı heyecanla beklenen bir romanı, çok kişiyle aynı anda okuyabilmenin tavsiyesi idi. Şöyle demiştim: “İletişim Yayınları‘ndan ustanın romanının çıkacağı haberi geldiğinden beri heyecanlıyım. Sonunda dayanamadım, okumadan tavisye etmeye karar verdim. Ama tavsiyem romanla sınırılı değil. Ulaşabildiğiniz…
Bir kitabı okumadan tavsiye edeceğim şimdi. Yazarının adını söylediğimde, özellikle bir kuşağın neden böyle yaptığımı anlayacağını düşünüyorum: Engin Ergönültaş. Ankara yıllarımda, dostum Levent Gönenç ile mizahın muhalefetiyle adım adım ilerlemeye çalıştığımız o yıllarda, Engin Ergönültaş adı bizim için tanığı olamayacağımız dünyalara açılan bir pencereydi. Şehrin korunaklı alanındaki yaşamlarımızın kapalı ve kırılgan haliyle yüzleşebilmemiz için bir pusulaydı onun çizdikleri. Levent Cantek “Türkiye’de Çizgi Roman” adlı kapsamlı ve önemli kitabında çerçeveyi daha iyi çiziyor: “Ergönültaş, ezilmiş insanların, marjinallerin argoyu, cinselliği, şiddeti kullanışlarını…
* Günlüğünü kendiliğinden üçüncü şahıs olarak tutan Bay Rüya, bu yolla kendi davranışlarını daha iyi yargılayabileceğinin ve bunun ötesinde şurada burada kendisini birinci şahısken olduğundan biraz farklı göstererek ifadelerini baharatlandırdığının farkına varır. Sadece bu baharatın sunulan yemeğin tadını mı kaçıracağını, yoksa tadı tuzu mu olacağını bilmek gerekir. Yıllar önce İletişim Yayınları’nın arkası gelmeyen minik kitaplarından birinde, Robert Pinget imzalı “Yazamamak”ta okuduğum bu satırlar sıklıkla aklıma gelir. Yazmak-yazamamak ekseninde fragmanlardan, notlardan, iç döküşlerden ve hatta korkusuzca sabuklamalardan mürekkep kitabın bu satırları,…
…Albert Camus derin bir nefes almış ve “Arkamda yürüme, yol göstermeyebilirim. Önümde yürüme, arkandan gelmeyebilirim. Yanımda yürü ve dostum ol,” demeye hazırlanıyordur. Ustayı İletişim Yayınları’ndan çıkan Stephen Eric Brooner imzalı “Camus – Bir Ahlakçının Portresi” isimli biyografi nedeniyle anıyoruz. Camus’yü politik, edebi ve felsefi yönleriyle tanımak isteyenler için öenmli bir inceleme olduğunu söyleyebilirim. Ancak kişisel tavsiyem Camus’yü hiç okumamış olanların, bu kitapla başlamaması. Yeri gelmişken sorayım: Sizce Camus’yü okumaya hangi kitabıyla başlamak lazım?
Ankara’da geçen bir çocukluk denize uzak olmak demektir. Denize ve deniz insanlarına. Güneşten sararmış saçların, güneşe emanet edilmiş tenlerin, kırık midye kabuğuyla kesilmiş ayakların hayali demektir. “Ben kolluksuz yüzüyorum oğlum,” cümlesinin çocukluğun o öfkeli, tiz sesiyle haykırılacağı güne kadar nöbet tutmak demektir. Altı ya da yedi yaşlarındaydım. Babamın düzensiz bir işi, dayımın kapı gibi memuriyeti vardı. Bizim aile için yaz tatili dede evinde geçirilen günler, dayımlar için ise kamp anıları demekti. Sonunda o yaz biz de, dayı torpiliyle, Petrol Ofisi’nin…
Kimilerini hemen hayatımdan uzaklaştırmak istiyorum. Kimileri, eh işte dedirtiyor, okudum-bitirdim-iyiydi-ama o kadar. Kimilerini de tekrar okumam gerekenlerin arasına özenle yerleştiriyorum. Bir de gerçekten anlayana kadar bıkmadan okumam gerekenler var. Hemen belirtmeliyim ki; şu cümleyi kurarken kullandığım gereklilik sıfatından anında nefret ettim. Kitap okumaktan söz ediyorum; ne demek gereklilik? Okursun ya da okumazsın, seversin ya da sevmezsin. Kimsenin dayatmasıyla, entelektüel baskısıyla olacak iş değil bu; birine ya da bir şeye değil, kendine okursun. Neyse ne! Bu aralar okuduklarımın da kimilerini sevdim,…
Hüseyin Kıyar, Hisar’dan Ahmet adlı romanında kurguyu gözümüze sokmadan, Ankara sessizliğinde bir dünya kuruyor. Gençlik Parkı’na götürürdü babam arada bir. “Oğlanı giydir de biraz gezdireyim,” derdi anneme. Parka girer girmez anlardım ki, asıl mesele benim gönlümü eğlemek değil, Hikmet Amca’yla tavla atmak. Babama göre en büyük bağlama üstadıydı Hikmet Amca. İstanbul’dakiler suyun başını tutmamış olsa, biraz da rakıyı azaltsa dünyanın bir numarası olurdu. Sazı yemiş yutmuştu da, tavlada biraz zayıftı açıkçası. Bütün kahramanlıklar Hikmet Amca’nın tekelinde olacak değildi ya, tavlanın…
William Beckford imzalı Vathek, daha önce Dost Yayınları’nın o çok sevdiğim Babil Kitaplığı Serisi’nden çıkmıştı. Bu seriden eksik birkaç kitabım var ne yazık ki ve Vathek de eksikler arasında yer alıyor. Dolayısıyla Borges‘in izini sürmeyi seven bir okur olarak, yıllardır adını çok duyduğum, hatta konusunu neredeyse tümüyle bildiğim bu kitabı okuma fırsatı bulamamıştım. Sonunda İletişim Yayınları’nın Dünya Klasikleri Serisi kitabı yeniden yayımladı da, ben de okuma fırsatı bulmuş oldum. Murat Belge’nin Gotik Roman’ın ve Beckford’un hayatının izini sürdüğü önsöz, nasıl…
Vladimir Nabokov’un kelebeklere olan tutkusu bilinir. Bu konuda yıllarca kendini eğitmiş ve uzmanlaşmış. Öyle ki, iş Harvard Üniversitesi’ndeki Zooloji Müzesi’nde pul kanatlılar bölümünün küratörlüğünü yapmaya kadar uzamış. Kelebkeler bahsi açılınca Nabokov’un mavisinin ayrı bir anlamı var; üstat 1945 yılında Polyommatus Blues (Çokgözlü Mavi) olarak bilinen bir kelebek türünün evrimi üzerine bir hipotez geliştirmiş ve bu kelebeklerin milyonlarca yıl boyunca Asya’dan Amerika’ya dalgalar halinde geldiğini ileri sürmüş. O zamanlar ciddiye alınmayana bu tez, son on yılda ciddiyetle inceleniyor ve Nabokov’un hakkı…