Taner Ceylan: Ay ışığının gizemine teslim olmak

Güzel bir İstanbul akşamında Mehmet Emin Ağa Yalısı’ndayız. Silahtarlar Ağası Mehmet Emin Ağa…

Taner Ceylan yeni sergisini büyük bir samimiyetle anlatıyor. Heyecanlı olduğu belli. Ama eserlerinin başına geçtiğinde yok oluyor o heyecan. Sanki her anlatımında süreç yeniden canlanıyor gözünde. Eserler hala yaşıyor, süreç asla bitmiyor. Sanat, eserden değil sürecin bütününden ve bitmezliğinde oluşuyor.

Sergi adını Yahya Kemal Beyatlı’nın Çubuklu Gazeli ‘nden alıyor: “Âheste Çek Kürekleri Mehtâb Uyanmasın”

Mehtap, ay ışığı bütün sergiye hakim izleklerden biri. Hem gizemiyle, hem şehvetiyle, hem de dokunulmazlığıyla “orada” bir yerde duruyor ay ışığı. Serginin sıfır noktasında duran ve Cem Adrian’ın hem varlığıyla hem de bestesiyle bulunduğu Hicaz’dan itibaren kendimizi ay ışığının sadece ışığını düşürdüğü yeri çerçeveleyen erotizmine teslim ediyoruz.

Bu videoyu izlerken SALT Beyoğlu’nda bir gün önce gezdiğim sergiyi düşünüyorum. Amira Akbıyıkoğlu küratörlüğünde gerçekleşen “Sahne’de 90’lar” başlıklı karma sergi. Bu sergide Taner Ceylan’ın kariyerinin en başlarında hayata geçirdiği ve Türkiye güncel sanat tarihinin ilk ‘happening’ örneklerinden olan video dokümanteri de var: Monte Carlo Stili. Bu video, sanatçının 9 Aralık 1995 yılında Beyoğlu İmam Adnan Sokak’taki Devlet Han’da gerçekleştirdiği ve İstanbul’dan tanınmış simaların davet edildiği bir ‘kurmaca’ partiyi getiriyor bize.

O videodan bu sergiye derin bir İstanbul yolculuğu var. Bir çeşit tarih keşfi, bu keşfin getirdiği yeni okumalar. Geçmişini ve şimdiki zamanını bir aynada, aynı anda yaşayan İstanbul. Bu bir sarmal. O sarmala hem dünden hem de bugünden bakma cesaretini gösteriyor Taner Ceylan. Tedirgin edici bir görkem çıkıyor sonuçta ve bu görkem tekniğe de yansıyor.

Serginin ikinci katındaki Şahmeran’ın önünde kalıyorum bir süre. Çok etkileyici bir tablo bu. Şahmeran’ın uğradığı ihanetin acısı tablodan fışkıracak gibi. Söylence kaynağına göre farklılıklar gösterir; kiminde bir erkektir yılanların şahı kiminde bir kadın. Hüsne bir karakter. Değişmeyen tek şey o ihanetin acısıdır. Taner Ceylan, o acıyı bir çığlık değil, bir “inleme” olarak yansıtmış. Çok etkileniyorum bundan.

Fazıl Say’ın Şahmeran Konçertosu’nu düşünüyorum esere bakarken. Bütün söylence bir kez daha geçiyor zihnimden.

Halk arasında “Şahmeran” ve “Şahmaran” olarak bilinen insan başlı, yılan gövdeli bu mitolojik yaratığın adı, Farsçada ve Kürtçede “yılanların şahı” anlamına gelen “Şah-ı maran”dan gelir. Anadolu’nun farklı bölgelerinde değişik anlatım biçimleri olan Şahmeran hikayesi, Mezopotamya kültürlerinin ortak bir motifi. Biz bu hikâyeyi Tarsus’tan da anabiliriz, Mardin’den de…  Her iki kültürün de bu efsaneye sahip çıkması bize Mezopotamya kültürüne dair çok değerli veriler sunuyor.

Binlerce yıl önce yedi katlı yeraltında yaşayan yılanlar varmış. Meran adı verilen bu yılanlar, akıllı, şefkatli ve barış içinde yaşarlarmış. Meranların kraliçesi Şahmeran genç ve güzel bir kadınmış. Efsaneye göre, Şahmeran’ı gören ilk insan oduncu Cemşab’mış. Bir gün Cemşab ve arkadaşları bal dolu bir mağara keşfetmişler. Arkadaşları paylarına daha çok bal düşmesi için Cemşab’ı mağarada bırakıp kaçmışlar. Cemşab mağarada bir delik görmüş ve oradan çok güzel bir bahçeye çıkmış. Uzun yıllar burada, yani Meranların bahçesinde yaşamış ve Şahmeran’ın güvenini kazanmış. Yıllar sonra, ailesini çok özlediğini söyleyip gitmek için yalvarmış. Şahmeran kendisini salıvereceğini, ancak yerini kimseye söylemeyeceğine dair söz vermesini istemiş. Şahmeran’a söz verip ailesine kavuşan Cemşab uzun yıllar verdiği sözde durarak Şahmeran’ın yerini kimseye söylememiş.

Ancak bir gün ülkenin hükümdarı Keyhüsrev hastalanmış. Kimi efsaneler de hükümdatın kızı hastalanmış diye anlatılır. Neyse efendim… Ülkenin veziri hastalığın çaresinin Şahmeran’ın etini yemek olduğunu söylemiş ve her yere haber salınmış. Cemşab kuyunun yerini söylemeye zorlanmış. Cemşab mecbur kalıp kuyunun yerini gösterince Şahmeran bulunup dışarı çıkarılmış. Şahmeran Cemşab’a; “Beni toprak çanakta kaynatıp suyumu Vezire içir, etimi de Padişaha yedir” demiş. Böylece vezir ölmüş padişah da iyileşmiş. Ve yine kimi efsaneye göre Cemşab da, Şahmeran’dan öğrendikleriyle sağaltıcı bir kişi, yani Lokman Hekim olmuş.

Fazıl Say’ın eserinde doğa, dostluk ve ihanet öne çıkıyordu. Taner Ceylan’ın eserinde “sonrası” var. Aslında serginin tümünde var bu “sonrası” hali. Geçmiş ve şimdiki zaman arasındaki dengede, izleyicisine sonrasını düşündürtmeyi de ihmal etmiyor sanatçı.

Şahmeran deyince yılan simgesinden de söz etmek gerekiyor. Yılan, uğur, saadet, sağlık, bereketin yanı sıra, kötülüğün, hilekarlığın aracı olarak da görülür. Kuyruğunu ağzına almış haliyle oluşturduğu dairesel biçimiyle hayat ve hareket sembolüdür. Asklepios’un asasındaki yılan sağlığın, gençliğin sembolü̈ sayılmıştır ve halen sağlık kurumların simgesi olarak varlığını sürdürmektedir.

Kendi kuyruğunu ısıran yılan. Hayat ve ölüm. İşte Taner Ceylan’ın tarih okumaları, İstanbul algısı da böyle bir döngüde ilerliyor. Geçmiş bugüne kapanıyor. Bu sürecin tanığı olan bizlere de mehtabı uyandırmamak düşüyor. Yaşamdaki kürekleri aheste çekmek, hayattan ölüme giden yolu sakince yürümek, ay ışığının gizemine teslim olmak.

Taner Ceylan’ın Türkiye’de 15 yılın ardından açtığı bir sergi “Âheste Çek Kürekleri, Mehtâb Uyanmasın”. 16 Eylül -15 Ekim tarihleri arasında Kanlıca’daki Sipahiler Ağası Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda izlenebilir.

Her eserin başında zamanı “uzatmanız” dileğiyle…

bir yorum bırakın