Yaralanabiliriz, yaralıyız

Hüzünlü bir ölümdür Paul Celan‘ın ölümü. 49 yıllık yaşamının son yedi yılını bir psikiyatri kliniğinde geçirir. Anne -babasını Nazi toplama kamplarında kaybetmiş, o soykırım yıllarında bir Yahudi olmanın her türlü acısını yaşamış, sonunda da kaçınılmaz bir depresyonun avucunda ölüme yürümüştür. Yaralanabilir bir ruhtur, yaralı bir şairdir. Kendisini Seine Nehrine bırakarak intihar eder. Cansız bedeni intiharından yaklaşık on gün sonra, 1 Mayıs 1970’te bulunur.

“Senin de yaran, Rosa” 17.İstanbul Bienali’nin paralele etkinliklerinden biri . 15 Eylül – 30 Ekim tarihleri arasında Kurtuluş Rum İk Öğretim Okulu’nda gezilebiliyor. Yaralı bir bina Kurtuluş Rum İk Öğretim Okulu. Yaraları açık. Duvarlardaki çatlaklarla, dökük sıvalarla karşı karşıya, yaralanabilir bir bedenin içinde geziyoruz. Bedenin yaralanabilir hali, ruha da sirayet ediyor. Serginin adını, Celan’ın bir dizesinden alması derin bir hüzün katıyor sergideki bütün işlere. Ömrümüzce kaçtığımız, yok saydığımız, ötelediğimiz yaralanabilirlik halinin içindeyiz. Bütün işler kendi yaralarımızı açmaya itiyor bizi. Cesaretimiz varsa. Çünkü bu sadece Rosa’nın değil, bizim de yaramız.

Sergide yer alan sanatçılar Gregory Whitehead, Gordon Hall, Jang Minseung, Lata Mani and Nicolas Grandi, Adelita Husni-Bey, Amal Kenawy, Alev Ersan, Gamze Hakverdi, Özgür Demirci. Serginin önemli bir elementi olan kitabın yaratıcısı Johanna Hedva‘yı da eklemeliyiz bu listeye. Her biri anlatısını harflerle yeniden kurabilen sanatçıların elinden çıkma metinlerle ve tasarımıyla güçlü bir kitap bu.

Metinler deyince… “Senin de yaran, Rosa” sadece “bakılan” bir sergi değil. “Okunan” bir sergi. Sanat yeniden hikayeler anlatmak ve okunmak istiyor. Harflerle çerçevelenmiş bir dünyada, daha somutlaşıyor hikayeler. Yaraların soyut bir anlamda kalmasındansa, yaralanabilirliğin somut hallerine de yelken açıyoruz böylece.

Tam bu noktada sözü serginin küratörü Pelin Uran‘a vermek istiyorum: “Ancak bu sergi yaralanabilirliği bütün boyutlarıyla cisimleştirme iddiasında değil: yaralanabilirliği ele alan feminist teorinin belli açılarını vurguluyor daha çok: ilk olarak yaralanabilirliği ruhsal veya toplumsal travmanın bir sonucu olarak gören, psikanalizle şekillenen anlayış; ikincisi yaralanabilirliği cisimleşen öznenin ontolojik koşulu olarak gören fenomenolojik anlayış ve son olarak, eleştirel teoride siyasetin ürettiği özel bir koşul olarak yaralanabilirlik mefhumu.”

Görüntüde, seste, metinlerde, mekanda, yapısal kurgularda yeniden üretilen bir yüzleşme hali bu. Binanın gıcırtılı ahşap merdivenlerinden köpek inlemeleriyle inerken Celan’ın o son gününü düşündüren bir sergi. Sanatın hedeflerinden biri, perspektifi değiştirmekse eğer, önce bir kerteriz noktası olmalı. Seine Nehri kıyısından baktım ben çoğu esere. Bazıları daha öne çıktı benim için, bazılarına yeterince zaman ayıramamanın derdini yaşadım.

Sergiyi gezdiğim değerli gazeteci ekibiyle, sergi çalışanlarıyla, muhteşem bir anlatımla sergiyi kucaklamamızı sağlayan Pelin Uran’la ve beni davet eden sevgili Yasemin Keretli‘yle vedalaştıktan sonra kendimi şehre bıraktım. Kurtuluş Rum İk Öğretim Okulu’nun arka kapısına bakan bir duvar yazısında takılı kaldım. “Yaktın beni be dünya, yıktın beni be dünya” yazılmış. Sergiyi o sprey boyayı dertle püskürten, dünya ağrısını en derinde hisseden kişiyle gezmek isterdim. Ne anladığımızı, ne paylaştığımızı düşünmeden. “Bu senin de yaran,” derdim, “bu senin de yaran, benim de yaram”.

bir yorum bırakın