Yazarın Masası: “Edebiyat Alanındaki Yalnızlığımı Seviyorum”

Teklif Metin Celâl‘den geldi. Özgür Edebiyat dergisinin “Yazarın Masası” köşesi için benimle bir söyleşi yapmak istediklerini söyledi telefonda. Söyleşiyi 5 Temmuz 2012‘de gerçekleştirdik. Saat 10’da sohbet edeceğimiz tiyatro mekanına doğru giderken yolda Adnan Özer‘le karşılaştım. Merdivenleri beraber çıktık. Atilla Birkiye çoktan gelmiş, taze çekilmiş kahveyi makineye koymuştu. Kayıt cihazını ne ara açtılar, sohbet söyleşiye ne ara dönüştü farkında değilim açıkçası. Sonunda ortaya benimle yapılmış en uzun söyleşilerden biri çıktı. Özgür Edebiyat’ın Eylül-Ekim 2012 tarihli 35inci sayısında yayımlanalı aylar oluyor, kişisel arşivimde de yerini alsın diye Fil Uçuşu’na koymaya karar verdim.

Uzun bir söyleşi. Neredeyse bir özgeçmiş metni. Okumak isteyenler çaylarını-kahvelerini hazır etsinler derim. Çünkü bizim sohbetimizde nefis bir kahve vardı…


Yazarın Masası

Metin Celal: İlk okuduğun kitabı
hatırlıyor musun?
Yekta Kopan: İlk okuduğum kitabı, şu
anda hatırlayamam ama hafızamdaki ilk kitaplar Milliyet Yayınları’nın o küçük,
mavi ciltli, şömizli serisinin kitapları. Örneğin Pal Sokağı Çocukları’nı
o seriden okumuştum. Yine o seriden okuduğum kitaplardan biri olarak, nedense
aklımda Başsız At diye bir kitap var. Bir de Baskan Yayınları vardı,
onlar biraz daha macera ağırlıklı, biraz daha kolay okunur kitaplardı. İlk
okuduğum kitaplar olarak onları hayal meyal hatırlıyorum.
İlk okumalarımda dedem Tevfik Biricik’in
önemli katkıları olmuştur. Dedem ve anneannem, Bursa’da Kız Lisesi ile Erkek Lisesi’nin
arasında ahşap, bahçeli bir evde yaşarlardı. Biz de yazları Bursa’ya giderdik.
Yaz tatili dediğimiz şey bizim için Bursa’ya gidip dede evinde geçirilen süreydi.
Dedem, gençliğinde geçirdiği bir kaza nedeniyle iki bacağı da tutmayan, koltuk
değnekleriyle yürüyen ve Bursa Hakimiyet
Gazetesinde gazetecilik yapan, orada köşesi olan bir gazeteci-yazardı. O ahşap
evde çok sayıda kitap vardı; özellikle de Çocuk Haftası diye bir
derginin ciltleri. Bu derginin her bir sayısında mutlaka tefrika edilmiş bir
Kemalettin Tuğcu romanı vardı. Bu sayede Kemalettin Tuğcu’ları büyük bir şevkle
okudum.
Atilla Birkiye: İlkokula başlamış
mıydın?
Yekta Kopan: İlkokula başlamıştım ama
okuma yazma maceram öncesine dayanır. Benden yedi yaş büyük bir ablam var, Yeşim
Kopan. Aralarında altı-yedi yaş olan her kardeşte olduğu gibi bizde de sorunlar
var; o okula gidiyor, ben gitmiyorum ve oyun oynamak istiyorum. O zamanlarda
hayatımız biraz sokakta ama çokça ev içinde geçiyordu. Evdeki o
hareketliliğimi, yaramazlığımı bastırmak için bana dört yaşında okuma-yazma
öğretti ablam. Benim de çok hoşuma gitti.
Atilla Birkiye: Guiness Rekorlar
Kitabı’na girebilirsin.
Yekta Kopan: Yok, ama bir şey beni çok
ilgilendirmişti; bir A yapıyorum kağıdın üstüne bir bakıyorum bütün
yetişkinler, bütün insanlar o şekli, o lekeyi görünce, “A” diyor. Tabii bu
değerlendirmeyi yıllar sonra yapabiliyorum. Bu benim çok hoşuma gitti, çok
hızlı yazmaya başladım. Ablam ödev verirdi bana, sırf kendisi o arada dersini
yapsın diye. Örneğin “Ali topu at” yazma ödevi verirdi bana. Bundan yirmi kere
yazacaksın, derdi. Ben on dakikada, on beş dakikada bitirirdim. Onun üstüne
ablam artık bana “Telekomünikasyon şirketine git” gibi beni zorlayacak, içinden
çıkamayacağım ve uğraşacağım cümleler yazdırmaya başlamıştı. Dolayısıyla ben
çok erken okuma-yazma öğrendim.
Atilla Birkiye: Yani ablana çok şey borçlusun.
Yekta Kopan: Borçluyum. Hem uğraşmak
açısından, yazıyla savaşmak açısından aynı zamanda erken yaşta içime kapanmak
açısından da çok şey borçluyum. Çünkü bir yandan da insanı kendi dünyasına da
kapatan, kendisini dinlemesine, kendisini sorgulamasına da neden olan bir süreç
bu.
Metin Celal: Baban (Lütfü Kopan)
tiyatrocu değil mi?
Yekta Kopan: Evet. Tabii şu önemli;
babam tiyatrocu, az önce dediğim gibi dedem gazeteci, ablam çalışkan bir
öğrenci ve annem de çok düzgün Türkçe konuşan bir kadın.
Metin Celal: Annen ne iş yapıyordu?
Yekta Kopan: Ev kadını. Düzgün bir
Türkçenin konuşulduğu, kitapların olduğu bir evde büyümek her şeyi
değiştiriyor.
Atilla Birkiye: Seslendirmeye de çok
erken başlıyorsun.
Yekta Kopan: Seslendirmeye geleceğim.
Ona gelmeden az önce virgül koyduğum kitaplarla ilgili meseleyi söyleyeyim. İlkokula
başlamıştım artık. Ankara’da Küçükesat semtinde oturuyoruz, Teğmen Kalmaz
İlkokulu’na gidiyorum. Küçükesat Pazarı’nın tam karşısına, hafta içi gezici
kütüphane aracı gelirdi. Gezici kütüphaneye üye oldum. Her Pazartesi ya da Salı,
neyse onun günü, o saatte ve o köşe başında gezici kütüphane otobüsünü
beklerdim. O gezici kütüphane beni inanılmaz mutlu ediyordu, delirtiyordu.
Oraya girmek, kendine ait bir şey yapan biri gibi, bir yetişkin gibi
hissettiriyordu bana. Yedi yaşındayım ve kendi adımın yazılı olduğu bir üyelik kartım
var… Giriyorsunuz, oradaki görevli her hafta gelen biri olarak sizi tanıyor.
Kitap seçiyorsunuz, bir önceki kitabı teslim ediyorsunuz filan… Bir yandan
kendini çok olgunlaşmış, olmuş hissettiren, “havaya sokan” da bir yanı var. Bunun
da bana şöyle bir katkısı oldu, ertesi hafta yeni bir kitap alabilmem için bir
önceki hafta aldığım kitabı teslim etmem gerekiyor. Dolayısıyla gezici
kütüphane sayesinde ben, aldığım kitabı bir haftada okuma temposunu kazandım.
Çok önemserim gezici kütüphaneleri, bugün ne durumdadır bilmiyorum.
Metin Celal: Eskişehir doğumlusun…
Yekta Kopan: Bir rastlantı. Eskişehir’de
hiç yaşamışlığımız olmadı. Babamın o dönemdeki kısa bir işi nedeniyle orada
doğmuşum, ben 9 – 10 aylıkken de Ankara’ya gelmişiz. Bütün hayatım Ankara’da
geçti. Dediğim gibi dört yaşında okumaya başlayınca her an bir kenarda bir
şeyler yazan bir çocuğa dönüşüyorsun. İlk hatırladığım dedemin ölümünün verdiği
duyguyla yazdığım şiirdir; şu anda hatırlayabildiğim kadarıyla şöyle bir şeydi;
“Gitti, çok uzaklara gitti / Dönmemek üzere gitti” Bunu bir şiir olduğu
düşüncesiyle yazdığımı da gayet iyi hatırlıyorum. Yani şu anda okuyunca belki şiir
gibi gelmiyor size ama yazarken bunun bir şiir olmasını isteyerek yazmıştım. O
yaşlardaki bir çocuğun ölümle yüzleşmesi ve bunu gitmekle simgeleştirmesi
anlamlı geliyor bugünden bakınca. Sonrasında da hep şiirler yazmaya başladım.
Tabii okul, beş-altı yaşındaki, bu serbest çağrışımla şiir yazan adamı
değiştiriyor ve daha kalıpların içinde bir hale getiriyor. Okula başladıktan
sonra yazdığım şiirlerin çoğu hece ölçüsüyle, uyaklarla, kafiyelerle ilerleyen şeylerdi.
Bu arada Doğan Kardeş dergisi alıyorum, ama o noktada da bir yan hikaye var. O
hikaye öncesinde kısaca seslendirmeye başlamamdan söz etmeliyim. O yıllarda
babam Ankara Televizyonu’na işler yapıyor. Ayrıca babamın dayısı Kemal Zeki
Gençosman’ın oğlu Murat Gençosman Ankara Televizyonu’nda seslendirme yönetmeni.
Ablam da yavaş yavaş seslendirme yapmaya başlamıştı. Bir gün diyorlar ki “Küçük
bir çocuk rolü var, bunu kim seslendirebilir?” Ablam da “Yekta hem düzgün
konuşuyor hem de okuma-yazma biliyor, yapar” diyor. Dört ya da beş yaşındayım.
Bana bayramlık kıyafetlerimi giydirdiler ve Kavaklıdere’deki TRT binasına götürdüler. Bir seslendirme yaptım.
Çok küçük, bir ya da iki replikten oluşan bir roldü. Boyum mikrofona yetişsin
diye bir masanın üstüne çıkardılar beni. Kulaklığı kafama mendillerle
tutturdular, düşmesin diye. Böylece seslendirme yapmaya başladım. Ancak şöyle
bir şey var, Doğan Kardeş’e bağlayacağım nokta, o zamanki evin ekonomik durumu
nedeniyle seslendirmeden gelen paranın aile bütçesine girmesi gerekiyordu.
Dolayısıyla dergiyi alabilmek için başka işler yapmam gerekiyor. Ben de Küçükesat
Pazarı’nda limon satmaya başladım. Çünkü yanlış hatırlamıyorsam Doğan Kardeş
iki buçuk liraydı. İki buçuk lira ekstradan para toplamam lazımdı. Zaten iki buçuk
liralık satış yapınca işi bırakırdım.
Atilla Birkiye: Bu anlattığın hangi
yıllarda oluyor?
Yekta Kopan: Yıl 1974-75 filandı.
Metin Celal: Doğan Kardeş’in tekrar
yayınlandığı zamanlar.
Yekta Kopan: Evet. Doğan Kardeş
dergisini okuyorum ve müthiş bir zevk alıyorum. Her hafta alıyorum. Bir yandan
okuma ve yazmayla uğraşan bir insanım ve bir yandan da seslendirme yapıyorum.
Derken Doğan Kardeş dergisine bir şiirimi gönderdim: “Ne güzeldir şu dersler,
bize bilgi verirler / Türkçe en önemlisi, öğretir dilimizi” diye ilerleyen hece
ölçüsü ile yazılmış bir şiirdi. O “gitti” yi yazan adamla, bunu yazan adam
arasında fark var. Biraz daha ders veren, morali olan şiirler yazmaya başlamışım.
Neyse bu şiir Doğan Kardeş dergisinde yayınlandı; köşenin adını tam
hatırlamıyorum ama Okurlardan Gelenler gibi bir şeydi.
Metin Celal: Fotoğraf da koyuyorlar.
Yekta Kopan: Fotoğraf da koyuyorlar. Tek
bir vesikalığım vardı, ilkokula başlarken çekilmiş vesikalığım, onu koymuşlar,
altında da şiirim. O süreçte benim için çok önemli bir şey oldu, babam bir
hafta sonu “Gel bakalım, seni İstanbul’a götürüyorum” dedi. O yolculuk hayatımı
değiştiren yolculuklardan biridir. Bunu yaptığı için babamı bir kez daha sevgi
ve rahmetle anıyorum. Ankara’dan trene bindik. İstanbul’a geldik. Haydarpaşa’da
indik. Vapurla karşıya geçtik. Ver elini Cağaloğlu. Sonra Doğan Kardeş’in
çıkarıldığı yere gittik. Babam orada bir beyefendiyle konuştu. Kimdir o
beyefendi bilmiyorum ama beyaz saçları biraz dökük, babacan biri var gözümün
önünde. Yanıma geldi “Aferin” deyip başımı okşadı. Sonra döndü, o anda odada
çalışmakta olan iki-üç kişiye “Arkadaşlar, Ankara’dan yazar arkadaşımız gelmiş”
dedi. Benim hayatımı gerçekten değiştiren cümlelerden biridir. Bir anda herkes
döndü selam verdi, “Merhaba evladım,” deyip yanağımı okşadılar filan. Birden
şöyle bir şey hissettim; ben bir yazarım. O çocuksu sevgi ihtiyacının çok
farklı bir şekilde giderildiği bir an yaşadım orada. Sonra matbaaya indirdi
bizi. Derginin daha piyasaya verilmemiş sayısını aldı ve bana verdi. O noktada
“Tamam, benim hayatım bu” dedim. Öte yandan o yolculuğun erkek evlat açısından
da başka bir karşılığı vardı. Babanın seninle gurur duyuyor olması… Çünkü ben,
başı babası tarafından okşanan insanlar kuşağından değilim, babalarla
ilişkilerin içinde hep bir mesafe, hep bir uzaktan sevgi…
Metin Celal: Peki, babanı sahnede
seyrettin mi?
Yekta Kopan: Seyrettim. Tiyatrocu olarak
da seyrettim. Karakedi olarak da seyrettim.
Metin Celal: O dönem çok ünlü iki tane
komedi ekibi var hatırlayacaksınız. Biri Bal Arıları diğeri Karakediler.
Hüseyin Baradanla birlikteydi değil mi?
Yekta Kopan: Üç-dört ayrı partneri
olmuş. Hüseyin Baradan, Güray Taptık, Necdet Tosun, Bal Arısı Engin… Zihni
Göktay ile de çalıştılar bir süre. Babam tiyatronun yanı sıra gazinoda Modern
Komikler adıyla siyasi komedi de yaptı. O zamanlar gazino hayatı önemli. Assolist
çıkmadan sahneye çıkarmış komikler. Evde bir daktilosu vardı babamın, bütün
parodilerini kendisi yazar, şarkıları ona göre uyarlar vs. Bir turne valizi
vardı, o valiz sahne kıyafetleri gibi şeylerle doluydu. Babamı çok seyrettim.
Hatta babamla turneye de çıktım. Ama az önce anlattığım olayda şöyle bir şey
var; 1970’lerden sonra, 1960-1970 dönemi arasındaki yüksek döneminden inişe
geçmişti babamın işi de. Dolayısıyla ekonomik olarak da, az önce dediğim gibi,
eve katkıda bulunmam gerekiyordu. Sonrasında babam TRT’ye çok iş yaptı. Senaryo
yazdı. O zamanlar Türkülerin Hikayeleri diye bir drama vardı, onları babam
yazardı.
Metin Celal: Ortaokulu nerede okudun?
Yekta Kopan: Ortaokulu Ankara Namık
Kemal Ortaokulu’nda okudum. Namık Kemal Ortaokulu’nda geçirdiğim zamanları çok
önemserim. İyi bir eğitim aldığımıza inanıyorum. Madem her şeyi anlatıyorum şunu
da söyleyeyim. İyi arkadaşların, insanı hep iyiye doğru götürdüğüne
inanmışımdır. Teğmen Kalmaz İlkokulu’nda boyum kısa olduğu için okula girer
girmez en ön sıraya oturttular beni. Yanıma da sınıfın tek gözlüklüsünü
oturttular; benden biraz uzunca ama ne yapsın gözlüklü. Levent Gönenç arkadaşım
oldu böylece. Bugün hala görüştüğüm, Ankara Hukuk Fakültesinde akademisyen olan
bir arkadaşımdır. Dostumdur. Levent Gönenç, ODTÜ Matematik Bölümü
Profesörlerinden Yaşar Gönenç’in oğlu, Şair Turgay Gönenç’in de yeğenidir.
Bizim arkadaşlığımız sebebiyle birbirine giden gelen iki aile oluştu. Levent de
karikatür çizerdi. İlkokulda hem de. Ortaokula geldiğimizde, benim şiir
göndermem gibi o da karikatür gönderiyor bir yerlere ve Turgut Çeviker
keşfediyor. Levent daha on dört yaşındayken Yarın Dergisi’nde bir röportaj
yaptılar. Ankara’da Tunus Caddesi’nde otururdu. Tunus Caddesi’nin de öbür
başında Daily News’in binası, merkezi vardı. O yaşındayken dosyalarını alıyor,
Daily News’a gidiyor ve “Ben karikatür çizmek istiyorum buraya” diyor. O da
Daily News’a gitmek istediği için değil, evine en yakın, gidebildiği tek yer orası
olduğu için. İlnur Çevik bayılıyor bu duruma ve Levent Daily News’ın kapak
karikatüristi oluyor. Siyasi karikatür çiziyordu. Ana sayfadan giriyordu
çizgileri. Bu şu anlamda önemli; ortaokuldaki arkadaşınız böyle biri olduğu
zaman, siz de bu yolda olduğunuz zaman, birbirinizi çok besliyorsunuz. Namık
Kemal’deki ortaokul yıllarım bu anlamda benim için çok önemlidir. Çünkü biz o yaşlarda
deli gibi Can Yücel okuyoruz, Edip Cansever, Turgut Uyar okuyoruz. Kısacası müthiş
bir şiir dönemi başlamış durumda bizde.
Atilla Birkiye: Bu etki nereden geliyor?
Yekta Kopan: Dedim ya, Levent şair
Turgay Gönenç’in yeğeni. Bir nedeni daha var bu etkinin; ben de o tarihlerde
seslendirmede artık iyice palazlanmış bir yerdeyim. Seslendirme yaptığım
ortamdaki insanların hepsi tiyatro sanatçıları. Çoğu “sol” tandanslı. Onların
aralarındaki konuşmalar ve o büyüklerin dünyasında yer edinme isteği nedeniyle,
kimi zaman bilinçli ama çoğu zaman taklit, oraya doğru bakıyoruz biz de.
Metin Celal: Yıl 1982 filan herhalde
değil mi?
Yekta Kopan: Evet, darbenin tam sonrası.
Hatta çok iyi hatırlıyorum, darbeden çok kısa bir süre önce tiyatro sanatçısı
ağabeylerimiz dediler ki “Ulus’ta çok güzel bir kitapçı bulduk, gidelim topluca
kitap alalım!” Beni de götürdüler. Ben de iki koli kitap almıştım kendime. Darbe
olduğunda annemler bu kitapları ne yapacağız dediler. Çünkü Demir Ökçe var, Ve
Çeliğe Su Verildi var,  Gorki’ler,
Gogol’ler, Dostoyevski’ler var. Bu kitapları almamın temel nedeni özenme tabi.
Şunu söyleyebilirim, o yaşta okuduğum bazı kitapları aslında sadece özenme
nedeniyle okuduğumu, kimini anlamadığımı yıllar sonra anladım. Tekrar okumam
gerekti, bundan da bir rahatsızlığım olmadı.
Metin Celal: Namık Kemal’in yanında
Milli Kütüphane vardı, orayı kullanıyor muydun?
Yekta Kopan: Tam yanı değil. Ama
gidiyordum tabii ki.
Metin Celal: Kızılay’da kitapçılar
vardı.
Yekta Kopan: Yüksel Caddesi’ne ve Zafer Çarşısı’na
çok gidiyorduk. Zafer Çarşısı aynı zamanda ikinci el kitap bulabildiğimiz
yerlerdendi. Bir de yoğun bir sinema merakı başlamıştı. Kavaklıdere, Ses, Akün…
Sanat Evi sinema salonu yeni açılmıştı. Biraz daha farklı filmler geliyordu.
Çağdaş Sahne’ye çok sık gidiyorduk. Hatta Çağdaş Sahne ile ilgili bir anım da
var. Bir gün, herhalde on dört yaşında filanım, hatırlayamadığım bir nedenle annemle
kavga ettim ve evden kaçmaya karar verdim. Ben gidince anlayacaklar benim
değerimi duygusuyla, büyük bir sinirle evden kaçtım. Ama ne yapacağımı da
bilmiyorum. Çağdaş Sahne’ye gittim. O zamanlar 11:15’di galiba ilk seans. O
seansa girdim, bittiğinde bir daha girdim, sonra bir daha… Böylece Zoltan
Fabri’nin Macarlar filmini üç kere seyrettim.
Atilla Birkiye: Çok güzel bir filmdir.
Yekta Kopan: Üç kere üst üste olunca
güzel olmuyor. Hele hele on dört yaşında. Bunları yıllar sonra, hem bende
birikenleri anlamak için arada bir kendimi deşerek hem de gerçekten gülerek hatırlıyorum.
Ankara’daki o sokaklar, her yere yürüyerek gidebilme özgürlüğü, yürürken kendini
korunaklı hissetmek… Uzun arkadaş sohbetleri… Bütün bunlar beni çok besledi. Başka
bir anımı anlatayım. Bir gün Levent geldi “Biliyor musun, Bilge Karasu bizim
hemen arka sokakta oturuyormuş,” dedi. O tarihte Bilge Karasu’yu ne kadar
okumuş, ne kadar anlamış olduğumuzu bilmiyorum; onu sormayın. On dört yaşındaki
iki ergenden bahsediyoruz. Ne kadar anladığımızı bilmiyorum ama bir yazar
görmek istediğimizi biliyorum. Sonra bir gün “Bilge Karasu’nun evini buldum”
dedi Levent. Okuldan çıktıktan sonra Bilge Karasu’nun evinin karşısındaki bir duvarda
oturuyorduk, bekliyorduk. Hayallerimiz şöyle; hem yazar göreceğiz hem de Bilge
Karasu bir gün çıkacak diyecek ki “Yahu çocuklar ben sizi görüyorum. On gündür
burada oturuyorsunuz. Ne yapıyorsunuz bakayım?” Biz de diyeceğiz ki “Biz
şunları şunları okuyoruz, bakın Levent bunları çiziyor, Yekta bunları yazıyor.”
Bilge Karasu da hemen hikayemizden etkilenecek ve “Bu gördüklerim mükemmel
çocuklar, gelin oturalım, konuşalım,” diyecek. Bilge Beyi hiç göremedik tabii
ki. Zaten çok sonra anladık ki o ev de Bilge Karasu’nun evi değilmiş.
Can Yücel ile de bir anım var, onu da
anlatayım. 1984 yılıydı, on altı yaşındayım. Ankara’da Arkadaş Kitabevi’nde Can
Yücel’in imza günü vardı. Ben hemen bütün şiirlerimi aldım koltuğumun altına,
imza gününe gittim. Mümkün olduğunca da geç gittim. Kuyruğa girdim, sıra tam
bana gelecek gibi olurken hemen en arkaya geçiyorum. Çünkü asıl amacım herkes
gittikten sonraya kalabilmek. O “bire bir”i yakalayabilmek. Sıra bana
geldiğinde, şiirlerimi vereceğim. Can Yücel okuyacak ve “İşte, Türkiye’nin beklediği
şair!” diyecek. Hep o duygu var insanın içinde. Ben kaçtım, kaçtım, kaçtım… Hava
erken kararıyor, eve dönmem lazım. Neyse en sonunda sıra bana doğru gelirken
“Sen gel bir bakayım!” dedi Can Yücel. Ben hemen gittim. Can Yücel’e karşı
olağanüstü bir hayranlığım var, elim ayağım titriyor, bayılabilirim heyecandan.
“Ben sizi beğeniyorum,” filan dedim. İmza masasının diğer tarafına çağırdı
beni. Cebinden para çıkarıp “Canım, sen bana şuradan bir konyak al bakayım,”
dedi. Ben çıktım, bir cep kanyağı alıp getirdim. Torbayla verdim. “Aferin,”
dedi, “ver kitaplarını!” Kitapları imzaladı. Tabii şiirlerimi filan okutamadım
ama benimle bir iki dakika ilgilendi. Benim için o zaman bir yazar, bir şair
görmek ki hele bu kalibrede birini görmek o kadar büyük bir heyecandı ki.
Adnan Özer: Senin yetişmeni büyük bir
zevkle dinledim. Bundan hem bir yetişkinlik romanı şeyi gibi pasajları da hani
o Almanların bildungs roman dedikleri yetişme romanı.. böyle bir şey yazmadın,
ikinci sorum o olacak. Ama asıl sorum, tipik çağdaşlık nosyonuyla hümanizma
uyumluluğunda çok sorunlu şekilde kültür ortamında yetişme var. Genellikle bu
bizde çok özgür bir yazmaya gitmiyor. Daha çok hani okulda öğrendim, mesajlı
şiir yazdım, moral değerleri olan dedin ya… Daha çok moral ve ondan sonra
sosyal projelere doğru giden toplumcu gerçekçiliği her türlü biçimleriyle ve
çok da sivil olmayan yaşadığımız da bir şey var. İlk yazma işine giden bir
yoldur bu, hepimiz onun içinde yetiştik. Ama senin sivil bir niteliğin var.
Yekta Kopan: Şöyle söyleyebilirim;
farklı kaynaklar beni besliyordu, farklı figürler vardı, farklı rol modeller
vardı. 1980’in hemen öncesine dönecek olursak ki başta da söylediğim gibi
benden yedi yaş büyük bir abladan bahsediyorum. O dönemde lisede olan bir abla
ve onun lise ve üniversite karışık arkadaş çevresi… Ballıbaba Sokak o zamanlar
Dev-Sol’cu, İGD ile sürtüşme halindeler. Sonuçta politikanın eylemli halinin
yaşandığı bir ortamda büyüme hikayesi.
Metin Celal: Ama çocuksun sen o
zamanlar.
Yekta Kopan: Çocuğum ama yetişmek
istediğim, ulaşmak istediğim yer ve çevremdeki figürlerin sokak kokusu böyle.
Seslendirme yapıyorum dedim, tiyatro sanatçılarının bir arada olduğu
ortamdayım. Orada başka bir düşünsel bütün var ve oradaki figürler, yürümek istediğim
insanlar böyle. Baba, evdeki dünyaya bakış ve siyasi atmosfer böyle.
Dolayısıyla senin çıkış noktanla o büyüme hikayesine dönecek olursak,
damarların çoğundan böyle kanlar akıyor. Ve sen kendi zekanda bunları
harmanlamaya çalışıyorsun. Bunları harmanlarken de seni en çok rahatsız edecek
şeyin birtakım kalıpların içine sokulmak, birtakım ortak paydaların denkleminde
yer almak olduğunu anlıyorsun. Bunun dışına çıkmak istiyorsun. Belki de bu
nedenle ortaokulda, ortaokul edebiyat kitabını elime aldığımda beni en korkutan
ve bana en saçma gelen şey, “Bu metnin ana fikri nedir? Bu romanın özetini
çıkarın” cümleleri olmuştu. Hiç unutmuyorum o kitapta Sait Faik’in Son Kuşlar öyküsü vardır ve arkasından
da öykünün özetini çıkarın diye bir cümle. Bir öykünün özeti nasıl çıkarılır? Bunu
günlerce düşünmüş ve çok da sinirlenmiştim. Demek ki bu duygular bende
bütünüyle vaaz edilene karşı çıkmak, emredilenin dışında davranmak refleksini
oluşturdu.
Metin Celal: Seninle ilgilenen hocalar
var mıydı? Yazıyorsun, çiziyorsun filan diye
Yekta Kopan: Açıkçası isterdim. Bu çok
kıskandığım bir şeydir. “Benim Elazığ Lisesi’ndeki Edebiyat hocam bilmem kim
olmasaydı…” diye başlayan cümleler vardır ya… Ben de birini böyle anmak isterdim
ama hiç öyle bir hocam olmadı. Yalnız bir tane öğretmen vardı. Ben
ilkokuldayken bizim apartmanın yanında çok güzel bir lise öğretmeni tek başına
oturuyordu. Biz sokakta oynarken evine gelirdi, ben de ona hayranlıkla
bakardım. Bir gün duvarın üstüne oturmuş kitap okuduğumu görünce “Gel bakayım”
demiş ve bana bir kitap vermişti, “bunu oku, haftaya bana ver” diye. O genç
öğretmen benim ikinci gezici kütüphanem gibi her hafta bana kitap verirdi. Bir
de çok güzel olduğu için ve ona biraz daha bakabilmek için kitapları deli gibi
okurdum.
Atilla Birkiye: Adını hatırlıyor musun?
Yekta Kopan: Tabii ki hatırlıyorum ama
söylemeyeceğim.
Metin Celal: Niye? Belki duyar ve mutlu
olur.
Yekta Kopan: Akile öğretmen. Ama kendi
öğrenim hayatımda öyle bir öğretmen olmadı. Kendimde bulduğum hata da şudur;
ben hep yazdığımı sakladım. Utanmak demeyeyim buna ama hep içimde taşıdım. Ben
bunu yazıyorum diye çıkmadım. Ortaokulda kompozisyon derslerinde çok iyiydim.
Yarışmalar olduğunda, ortaokullar arası bölge yarışması filan, çoğunlukla
birinci, ikinci olurdum. Ben onları hep şöyle yazardım; eğitim sistemi içinde
iyi olması için bir soru sorarak başlarsın ve tam bir giriş, gelişme, sonuç
yaparsın. Giriş yaparsın, geliştirirsin, sonuçta da hamasetle bitirirsin. Eğer
hikaye de buna uygun bir hikayeyse Atatürk’ten bir sözle kapatırsın. Bu şablonu
çok iyi uygulardım. O şablonu alıp her konuya oturtuyordum. Bu şablondan
çıkabilmek için de, eve geldiğimde şiirlerimi kırıyordum, döküyordum,
parçalıyordum. Ortaokulda Can Yücel’in yanı sıra İkinci Yeni hayranlığı
başlamıştı. Edip Cansever’i, Turgut Uyar’ı, Cemal Süreya’yı okuduğumda şapkam
başımdan uçtu. Bazı yerlerini asla anlayamıyordum ama anlamaya çabalamak beni
çok mutlu ediyordu.
Metin Celal: Liseyi nerede okudun?
Yekta Kopan: Ankara Kız Lisesi, o zaman
Ankara Lisesi olmuştu adı.
Metin Celal: Biyografinde yazmıyor,
edebi anlamda ilkyazın nerede yayınlandı?
Yekta Kopan: Yarın dergisi. 1984 yılı, o
sayı evde, arşivimde var. “Vakitsiz Hanımefendi” diye bir şiirim yayınlandı.
Bugünden bakınca özenti bir şiir olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. 15 – 16
yaşındaydım. O tarihlerde daha çok şiir yazıyordum.
Metin Celal: Yarın dergisine şiirini
götürdün mü ya da postayla mı gönderdin?
Yekta Kopan: Postayla gönderdim. O tarihlerde
İstanbul merkezli dergileri de alıyorum.
Atilla Birkiye: Hatırlıyor musun hangi
dergileri aldığını?
Yekta Kopan: Varlık dergisini alıyordum.
Sanat Olayı o zaman çıkmaya başlamıştı, Sanat Olay’ını takip ediyordum.
Gösteri’yi takip ediyorum, hep genel dağıtıma girmiş dergiler. Milliyet Sanat’ı,
o eski dönemin Milliyet Sanat’ını ara dere alıyordum. Sanat Olay’ını düzenli
takip ediyordum. Ekler verirdi, onlar hoşuma giderdi.
Atilla Birkiye: Yazko Edebiyat’ı izliyor
muydun?
Yekta Kopan: Yazko’yu çok net
izliyorduk. Hatta bir de Somut vardı, Yazko Somut on beş günlük gazete olarak
çıkıyordu. Somut bayıldığımız bir şeydi. Aynı zamanda Yazko’yu kitaplarıyla da yakından
takip ediyorduk.
Metin Celal: Yarın’a yollama hikayende
kalmıştık.
Yekta Kopan: Yarın’a yolladım. Aynen
işte Doğan Kardeş’e yolladığım gibi yolladım. Her sayısını takip ediyordum ve
sonra şiirim yayımlandı. Yolladıktan da belki beş-altı ay sonra, belki bir sene
sonra çıktı, onu tam hatırlamıyorum. Hemen bir küçük parantez açayım. Bugün
kendi öğrencilerim de dahil olmak üzere, yazar adayları bir yere yazı
gönderdiklerinde hemen ertesi gün bir geri bildirim gelsin, hemen o sayısında
yayınlansın istiyorlar. Yayınlanmazsa “beni anlamıyorlar ya da ben iyi
yazamıyorum” umutsuzluğuna, öfkesine kapılıyorlar. Edebiyatın bir de sabır işi
olduğunu onlara bir kere daha bu parantezle hatırlatmak isterim.
Metin Celal: Hani senin o girişimci
ruhunla belki Yarın Dergisi’ne tanışmaya gitmiş olabilirsin diye düşündüm.
Yekta Kopan: Girişimci ruh derken, anlattığım
hikayelerin içinde dikkat edersen hiçbir zaman çat kapı bir şey yok. Aslında hep
ürkek bir ruh var. Çünkü bir yandan da şöyle bir şey var, o atak karşılığını
almazsa yaşanacak hayal kırıklığını bu bedenin taşıması kolay değil. O yüzden
hep bir umut var ve umudu canlı tutma arzusu var.
Atilla Birkiye: Hayal var değil mi?
Yekta Kopan: Hayal var. İyi ki de var.
Neyse Yarın’da yayınlandı. Sonra Yeni Olgu geldi.
Metin Celal: Yeni Olgu Ankara’da
yayınlanan Yeni Olgu mu?
Yekta Kopan: Ankara’da yayınlanan Yeni
Olgu. Bu arada unuttuğum bir yarışma var. İlkokuldayken Milliyet Çocuk
Dergisi’nin düzenlediği bir şiir yarışmasına katıldım. O yarışmada kazananlar
arasında yer aldım. Jüride Ülkü Tamer ve Yalvaç Ural vardı. Daha sonra bunu
Yalvaç Ural’a söyleme şansım oldu çünkü yıllar sonra onun kızıyla evlendim.
Hayat ilginç. 
Metin Celal: Yarışmaya ne yollamıştın?
Yekta Kopan: Şu anda ezbere
hatırlamıyorum ama gerçekçi, biraz Nazım etkisinde bir şiir göndermiştim. Tekrar
lise yıllarına dönelim; o zamanlar Milliyet Sanat Dergisinin Genç Şairler
Antolojisi diye bir derlemesi vardı. Yanlış hatırlamıyorsam iki kere yapıldı.
Onun birincisi için bir şiir yollamıştım. O da antolojiye girmişti. Yıllar
sonra o antolojiyi açıp baktığımda, bugün hala yazmakta olan çok değerli birçok
şairin de olduğunu gördüm ve bu da beni çok mutlu etti. Belki onların da ilk
kez bir yerlere gönderdiği şiirleridir onlar.
Metin Celal: Peki, şiirden ne zaman
vazgeçiyorsun?
Atilla Birkiye: Ya da öyküye ne zaman
geçtin?
Yekta Kopan: Bu süreç içinde aslında öyküler
yazıyordum, denemeler yazıyordum. Özellikle müzikle ilgili yazılarım,
denemelerim vardı. Ankara’da Çalıntı dergisi o dönemde çıkmaya başlıyor.
Çalıntı dergisinin kadrosuyla, Metin Solmaz, Semih Aközlü, Suat Bilgi gibi bir
kadroyla fiziksel olarak da bir tanışıklık oluştu. Çalıntı’ya yazmaya başladım.
Yine Ankara’da o dönemde çıkmakta olan sinema dergisi Beyaz Perde var, onların
Akay Caddesi’ndeki ofislerine gidiyorum. Aslında, o dönemde artık liseyi
bitirip üniversiteye hazırlanmakta olan Yekta Kopan kendince yazıyla, çiziyle
ilgili bir çevrenin de içinde olmaya çabalıyor. Bu arada öyküler de yazıyorum
ama onlar hep bir kenarda duruyor. Öyküde nasıl bir şey yapmam gerektiğini bir
türlü bulamıyordum.
Atilla Birkiye: Bu arada kimseye
gösteriyor musun?
Yekta Kopan: Hayır. Bir yol gösterenim
ya da bir ustam yok. Şiirden ne zaman vazgeçiyorsun sorusuna gelince, şiirden
vazgeçmem aslında yavaş yavaş oldu. Kendi dilimi istediğim gibi kuramadığımı
zaman içinde, okumalarım arttıkça anlamaya başladım. Öfkeyle yazdığım bir şiirde
kurduğum dille, sevgilime yazdığım bir şiirde kurduğum dilin arasındaki uçurum
beni korkutmaya başladı. Şiiri o kadar seviyordum ki vazgeçtim. Şunu da
söyleyeyim, bugün, o şiirlerle hemhal olduğum yılların bendeki karşılıklarını,
şiirle düzyazıyı bir araya getiren bir öykü arayışında kendimce aradım, buldum
ve orada bir dil kurdum. “Kara Kedinin Gölgesi”, “Kediler Güzel Uyanır” gibi
kimi kitaplarımda bunun karşılığını görebiliyorum. O yüzden şiirden o zaman
vazgeçmiş olmamdan hiç pişman değilim. Sonra hiç mi yazmadın derseniz, bir
kenarlarda vardır. Ama orada bir küçük parantez açayım. Edebiyat, bir sabır işi
olduğu gibi aynı zamanda vazgeçmeyi bilme işidir.
Metin Celal: Üniversiteye giriyorsun.
Yekta Kopan: Evet, Hacettepe Üniversite
İşletme Bölümü’ne giriyorum. İşletme Bölümüne girme nedenime gelince, birincisi
o zamanların popüler olan mesleği, çok fazla alevlenen bir mesleği, bir de ben
o yaşa kadar hep seslendirme yapmışım. Seslendirme yapmak dışarıdan
bakıldığında belki kolay bir şeydir ama gerçekten bir noktadan sonra insanı
bıktıran, kendinden alan bir şeydir. İstiyorum ki o parça başı, üç kuruş
buradan gelecek mi, beş kuruş böyle mi olacak derdiyle uğraşmayan bir mesleğim
olsun.
Metin Celal: Ablan bu arada tiyatrocu
olmuş muydu?
Yekta Kopan: Ablam çocuk tiyatrosu
yapıyor ama o da psikoloji mezunu.
Atilla Birkiye: Bu noktaya kadar hâlâ
hikayen yayınlanmadı değil mi?
Yekta Kopan: Yayınlanmadı. Üniversitede
okurken Hayalet Gemi dergisiyle tanışıyorum
ve ilgiyle takip etmeye başlıyorum. Çok hoşuma gidiyor yaptıkları iş. Herhangi
bir imzanın karşısında boyun eğmeden, kendi özgün ve özgür fikirlerini, farklı
disiplinlerden gelme kalemleri bir araya getirerek bir tema çerçevesinde
sunuyor ve bunu da çok kararlı bir şekilde yapıyorlar; büyük bir hayranlık
duyuyorum. Yazıların içeriği benim dünya görüşümle, dünyaya baktığım yerle çok
örtüşüyor. Derginin çok iyi bir takipçisi oluyorum. Derken askere gitmeden,
Hayalet Gemi dergisine bir tane yazı yolluyorum. Bir öykü bütünlüğü olmayan düzyazı
bir metin yolluyorum ve bekliyorum. Çünkü Ankara postanesinden verilmiş bir
zarf.
Atilla Birkiye: Yıl kaç?
Yekta Kopan: İlk yazımın yayınlanması
1993-1994 galiba. Bundan emin değilim ama askere gitmemden hemen önceydi.
Metin Celal: Hayalet Gemi’nin ilk sayılarında yoksun.
Yekta Kopan: Hayalet Gemi’yi kuran
ekipten değilim. Onlar İstanbul’da, Boğaziçi Üniversitesi’nden arkadaşlar. Ben
Ankara’dan takipçisiyim sadece. Ve gönderdiğim yazı yayınlanıyor. Müthiş bir
sevinç çünkü bir yandan da şöyle bir duygu var içimde, oraya, buraya dergilere
yazı veriyorum ama Ankara’da bir yere ait olmak mümkün değil. Ankara’da zaten
dergiler açılıyor, kapanıyor, çıkıyor, yok oluyor ki bu da çok doğal bir süreç.
Hafif meczup, Ankaralı bir genç olarak
dolaşıyordum. Derken askere gittim. Altı aylık kısa dönem olarak gittim. Fakat
o dönemde 1994 Bahar Harekatı başladı ve bir anda askerlik üç ay daha uzadı. Dokuz
ay askerlik yaptım.
Metin Celal: Nerede?
Yekta Kopan: Ankara Etimesgut’ta yaptım.
Askerliğimin uzadığı o son üç ayda gerçekten çok sıkıntılı zamanlar geçirdim.
Bir kere duygu olarak insanı çok yaralayan bir şey. Türkiye gerçeğini başka bir
şekilde, başka bir platformda yaşadığın, çok sayıda insana ve çok sayıda insan
hikayesine dokunduğun, o çok sayıda insan hikayesiyle steril şehirli çocuğun
başka bir kişiye dönüşmesini kendinde gözlediğin bir alan askerlik. Altı ayken
bu böyle değildi çünkü biz süreyi biliyorduk, ama o son üç ayda hem o güne
kadar biriktirdiğim düşünsel yapıyla da hem bu saçmalığın öznesi olmanın
şaşkınlığıyla da çok sıkıntılı günler yaşadım. Askerden döndükten sonra artık
İstanbul’a gelme konusunda kararlıydım.
Atilla Birkiye: Henüz bir işin yok
ama…
Yekta Kopan: Üniversiteden mezun
olduktan sonra ben işletmecilik yapamayacağımı anladım. Bunun da nedenini
söyleyeyim, o zamanlar işletme mezunlarının yoğun olarak kendilerine iş alanı
olarak bulduğu ortam borsa idi. Borsa macerasında insanların paralarını alıp,
onlara yalan söylemek gerektiğini ve özetle bana göre olmadığını anladım.
Adnan Özer: Peki, hiç teşebbüs oldu mu?
Bir yerde çalışma, staj vs.
Yekta Kopan: Üç gün. Dolayısıyla ben
artık tümüyle seslendirme yapan biri oldum. Askerlik sonrası kısa bir süre
Ankara’da kaldım, biraz işleri güçleri toparladım ve bir valiz alıp İstanbul’a
geldim. İstanbul’da stüdyolar, seslendirme ortamı, ayakta kalma çabası ve zor
geçen bir sene; ekonomik olarak da duygusal olarak da.
Metin Celal: O bir sene içinde dergiyle,
Hayalet Gemi ile bağlantı nasıl oldu?
Yekta Kopan: İstanbul’a gelir gelmez o
bağlantıyı da devam ettirip yeniden yazı yolladım. “Emanet” adında biraz
fantastik öğeler içeren, masalsı bir hikayeydi. Yolladım ve hemen yayınlandı
çünkü temaya uygun bir hikaye olmuştu. Yayınlandıktan sonra ben bir gün
derginin içindeki telefon numarasını aradım. Karşıma bir beyefendi çıktı.
Beyefendiyle telefonda kısa bir görüme yapıp, randevu aldım. Böylece Murat
Gülsoy ile tanışmış olduk. Oturduk birer kahve içtik Murat Gülsoy’la. O, benim
kim olduğumu anlamaya çalıştı. Tıpkı şu an sizin sorduğunuz sorular gibi
sorular sordu. Yazma maceramı ve neden Hayalet
Gemi
ile birlikte olmak istediğimi sordu. Ve beni yazarlık anlamında en
besleyen, en geliştiren, kendimi iyi hissettiren dönem böylece başlamış oldu. Derginin
sürekli yazarlarından biri haline geldim. O tarihten itibaren de Hayalet Gemi kapanana kadar derginin hem
sürekli yazarı oldum hem de son iki ya da üç senesinde Yayın Kurulunun bir
üyesi oldum. Dergiciliğin hamaliyesini de severek, isteyerek, büyük bir onurla
üstlenen elemanlarından biriydim. Sonra Yayın Kurulu toplantılarından birine
beni çağırdılar. Biraz çekinerek gittim. Yayın Kurulu toplantısında sadece
yazar olan bir kişinin ne işi var diye düşünmüştüm. O gün bana, sen de artık
Yayın Kurulundasın dediler. Çok özel bir anımdır bu. Dergi kapanana kadar da o
görevimi devam ettirdim.
Metin Celal: O sırada başka bir yerde
yayınladın mı?
Yekta Kopan: Varlık, Adam Öykü falan var
ama temel olarak hep Hayalet Gemi’de
yayınladım. Orası benim evimdi.
Adnan Özer: Hayalet Gemi kulüp gibi bir dergiydi.
Yekta Kopan: Evet, sadece yazını teslim etmekten
ibaret olmayan bir ortam vardı. Her temanın üstüne konuşulan, sohbetler edilen,
yeni çıkmış bir kitabın üstüne konuştuğumuz, herkesin birbirinin fikrini
onaylamak için değil, gerektiğinde birbiriyle tartışmak, geliştirmek, konuşmak
için bir araya geldiği bir ortamdı. Beni çok beslemiştir.
Metin Celal: İlk kitap, “Fildişi Karası”
2000 yılında yayınlandı değil mi? 2000 yılında aslında yaş itibariyle geç de
sayılabilir.
Yekta Kopan: Evet ama hikaye işte bu az önce
anlattığım şekilde ilerledi. Benden tam bir yıl önce Murat Gülsoy’un kitabı,
Can Yayınları’ndan çıktı. Dolayısıyla Murat’ın kitabının çıkması bana bir örnek
oldu. Demek ki bir dosya götürülebiliyor, çünkü hep bir korku hep bir çekinme
vardı. Siz deyin reddedilme korkusu ben diyeyim beğenilmeme kaygısı, her nasıl
tanımlanırsa… Her yazarda o çıkma anına kadar olan duygu. Fakat Murat’ın ilk
kitabının çıkması, olabilir duygusu yarattı bende. Sonuç itibariyle bir dosya
hazırlayabiliriz diye düşündüm. Murat da çok destek oldu, büyük emeği vardır. 2000
yılının başlarında, dosyayı Can Yayınları’na götürdüm. Ve ilk kitap da 2000
yılının Eylül ayında yayınlandı.
Atilla Birkiye: Sanırım yaş da 30’u
geçmişti değil mi?
Yekta Kopan: Tam 32 yaşındaydım.
Atilla Birkiye: Epey bir de zaman olmuş,
öykü açısından soruyorum, seni etkileyen kimdi? Yazdıklarında örnek aldığın ya
da etkilendiğin kimdi?
Yekta Kopan: Hayalet Gemi’de yazmaya başladığım zamandan itibaren beni etkileyen
isimler olarak sayabilirsek ki öncesi elbette var… Daha ortaokul döneminden
itibaren Sait Faik’ten, Sabahattin Ali öykülerinden, Orhan Kemal’den
etkilendiğim, etkilenmek demeyelim de onları büyük bir hayranlıkla okuduğum
zaten nettir. Ama onun haricinde Oğuz Atay, Borges…
Metin Celal: Cortazar?
Yekta Kopan: Cortazar’ı biraz daha geç
tanımış bir insanım. Onu samimiyetle söyleyeyim. Cortazar sonrasında beni çok
etkiledi ama daha geç tanıdığım bir yazar. Kafka çok etkilemiştir. Sonra Çehov,
çok öncelerden hatta ortaokuldan başlayarak Çehov çok etkilemiştir. Yusuf
Atılgan, Sanat Olayı döneminden itibaren beni çok etkilemiştir.
Metin Celal: Feyyaz Kayacan da var mı?
Yekta Kopan: Feyyaz Kayacan da daha
sonra. Feyyaz Kayacan’ı Ayfer Tunç sayesinde tanıdım. Çok etkiledi. Çok geç bir
zamanda tanıdım Feyyaz Kayacan’ı. Hemen bir parantez Feyyaz Kayacan’ın bugün
Türkiye’de yeterince konuşulmadığını, okunmadığını işaretleyelim. Feyyaz
Kayacan gibi yeterince okunmayan, yeterince tanınmayan kimi yazarlar da var.
Örneğin Selçuk Baran…
Metin Celal: Selçuk Baran çok özel de
bir örnek Türkiye’de.
Yekta Kopan: Özel örnek evet ama ben
yeri gelmişken söylemek istedim. Bu etkilendiğim yazarlar arasında Tomris Uyar
ve Sevgi Soysal da vardır ama keşke Selçuk Baran’ı, Feyyaz Kayacan’ı da daha
önce tanısaydım. Keşke daha önce tanısaydım dediğim daha pek çok isim var tabii
ama ilk aklıma gelen isimler olarak ikisini sayabilirim. Edebiyat dergilerinin
başta olmak üzere bu görevi daha çok sırtlanması gerektiğini her zaman
düşünmüşümdür.
Metin Celal: Peki, dosyanı Can
Yayınları’nda kime götürdün
Yekta Kopan: O zamanlar Can
Yayınları’nın Genel Yayın Yönetmeni İlknur Özdemir’di. Ona götürdüm. Tabii
orada benim için büyük bir değer vardı, Erdal Öz. Ankara’da gençliği geçmiş bir
isim için Zafer Çarşısı ve Erdal Öz’ün çok şey ifade ettiğini herkes bilir,
herkes ifade eder. Erdal Öz’ün olduğu bir binaya girmenin bir heyecanı vardı. Dosyayı
götürdüğüm gün Erdal Öz’ü görürüm diye elim ayağım titriyordu. Elimin ayağımın
titrediğini söylediğimde 32 yaşındaydım. Ama bunu bir zayıflık olarak
görmediğim için samimiyetle söylüyorum, bugün de benim birçok insanın
karşısında elim ayağım titrer. Dosyayı götürdüğümde ne kadar bekleyeceğimi
bilmiyordum. Ama kısa bir sürede geri bildirim geldi ve 2000 yılında da ilk
kitabımı elime aldım.
Metin Celal: Tepkiler nasıl? Hatırlıyor
musun?
Yekta Kopan: Bir-iki yerde kapak
arkasının tanıtım yazısı olarak konulduğu küçük metinler dışında çok da fazla
bir eleştiri, çok da fazla bir yazı çıkmadı.
Atilla Birkiye: O yıllarda hikâyenin
Türkiye’de yükselişi var. Adam Öykü gibi öykü dergileri var.
Yekta Kopan: Doğru. Bu atmosferin de
katkısı olmuştur. Ama asıl etki Hayalet Gemi’nin etkisiydi. Çünkü kitaptaki öyküler
aslında bir şekilde okurun terazisinden geçmiş, tartılmış öykülerdi. Can
Yayınları zaten öykü konusunda güçlü bir yayınevi. Ayrıca İlknur Özdemir
kitapla ilgili iyi bir edisyon çalışması yaptı. Benimle de oturup çalışmıştı.
Dolayısıyla şanslı bir ilk kitap çıkışımın olduğunu net bir şekilde
söyleyebilirim. İlk kitabın çıkmasının arkasından gelen, o zamanlar
Tepebaşı’nda yapılan kitap fuarında ben de artık bir yazar olarak, Can
Yayınları’nın tezgahında kitabı olan, hatta bir saatlik bir imza günü lüksünü
de Can Yayınları’nın bana verdiği ve artık Erdal Öz ile tanışan bir insandım.
Erdal Öz ile ilk tanışmam, kitabımın edisyon çalışması sırasında İlknur
Ödemir’in karşısında otururken oldu. Erdal Öz, o hepimizin çok iyi bildiği mavi
tişörtüyle, odaya girdi. Ben heyecan içinde ayağa kalktım, İlknur Hanım
tanıştırdı. Erdal Bey sağ olsun “Tabii ki tanıyorum, otur bakayım sen” dedi. Odadan
çıktı, elinde bir fotoğraf makinesiyle geri geldi. Hemen bir fotoğrafımı çekti
“Arka kapak fotoğrafı tamam, devam edebilirsiniz” dedi.
Metin Celal: İkinci kitap hemen geliyor.
Yekta Kopan: İkinci kitaptan önce TÜYAP
ile ilgili bahsedeceğim bir şey var. TÜYAP’ta, o imza gününün olduğu gün Turhan
Günay’la tanıştım. Cumhuriyet’te Fildişi Karası ile ilgili kısa bir yazı
çıkmıştı. Ben de Turhan Günay’a teşekkür ettim. Turhan Günay bana o gün “Gayet
iyi, çok da güzel bir kitap tebrik ederim, ama ikincisine bakmak lazım” dedi.
Atilla Birkiye: Cağaloğlu’nun tipik
lafıdır.
Yekta Kopan: Ben sizin gibi bunların
ustalığından geçmiş bir insan olmadığım için daha ilk kitabımın çıkmasının
birinci ayında, o kitabın çıkmasının heyecanını bir kenara bırakıp bu sözün
peşine düştüm. Bu sözün peşine düştüm derken, bir parantez de burada açayım.
Sabır dedik ya az önce, başka konu da süreklilik. Edebiyatın içinde var olmak
istiyorsanız sevginizin, ilginizin sürekli olması gerekiyor. Neyse, ben de hemen
ikinci kitaba çalışmaya başladım. Bir yandan Hayalet Gemi’de, iki ayda bir, bir
öyküm yayınlanıyor. Bu da demektir ki senede altı öykü orada yayınlanıyor. Bir
yandan da başka öyküler yazdım. Önceden yazılanlar filan, derleyip toparlayıp
hemen ertesi sene ikinci kitabı teslim ettim. 2001 yılında da “Aşk Mutfağından
Yalnızlık Tarifleri” yayınlandı.
Metin Celal: Ondan sonra 2002 yılında
Sait Faik Hikaye Armağanı geliyor.
Atilla Birkiye: Ödüle sen mi katılayım
dedin, yoksa yayınevi mi önerdi?
Yekta Kopan: Yayınevi. Sait Faik Hikaye
Armağanı’na katılmak büyük bir onurdu benim için. Jüri üyelerinin kitabımı
okuyacak olması bile heyecan vericiydi. Gerçekten de ödüle layık görülüp
görülmemek değildi benim için temel veri. O jüri üyelerinin benim kitabımı
okuması, bana bakmasını sağlamanın en güzel yoluydu. Daha sonra katıldığım
yarışmalarda da bunu düşünmüşümdür.
Metin Celal: Peki, Altzine ne zaman?
Yekta Kopan: Evet, doğru bir yandan da Altzine var. Ben de ne çok iş yapmışım.
Bir yandan bu, benim dünyaya bakışım ve çok fazla kanalda üretmeye çalışmamla
da ilgili bir şeydir. 1998 yılında tiyatrocu arkadaşım Murat Daltaban İstanbul
Tiyatro Festivali için, Özen Yula’nın yazdığı “80060” isimli bir oyun
yönetiyordu. O zamanlar internet çok yeni bir şey. Murat Daltaban “İnternette
bu oyunun hazırlanma sürecini, oyuncuların fikirlerini anlatabildiğimiz bir internet
sitesi mi yapsak?” dedi, bunu da benim yapmamı istedi. Bir iki toplantı yaptık
ama baktım ki sırf oyunun üstünden bir şey yapmak mümkün olmayacak. Hem
doyurucu olmayacak, hem yeterli olmayacak. Sonra Murat’la da konuştum ve bunu
internet dergisi yapalım dedim. İnternette edebiyat dergisi mümkün. O zamanlar
pek örneği de yoktu. Yurtdışında bir-iki örneği var. Türkçe içerikte belki birkaç
örnek var ama onlar da sadece yazıları koyuyorlar. Ama ben onun ötesine geçmeyi
istiyordum ve internetteki bir edebiyat dergisi kendi fiziksel ortamını da
değerlendirmeli diyordum. Çünkü internetteki edebiyat dergisi sadece okunan
değil, aynı zamanda izlenen de bir ortam. Biz yıllardır, özellikle televizyonun
hayatımıza vahşi bir şekilde girmesinden sonra okumak eyleminden izlemek
eylemine dönüşmüş bir neslin içindeyiz. Dolayısıyla izlemeyi tekrar okumayla
birleştirebilir miyiz, sorusu var aklımda. İnternetteki bir takım hareketleri,
birtakım dinamikleri bu mantıkla bir araya getirerek yeni bir dergicilik mümkün
mü? Fiziksel ortamda yapılamayacak şeyi yapmak mümkün mü? Böylece 1998 yılında Altzine,
ilk sayısındaki yazıların neredeyse tamamı kendi imzamla ve takma isimlerle
yazdığım bir dergi olarak yayına başladı. Çok kısa bir süre sonra Murat Gülsoy
ve Hayalet Gemi ekibi dahil oldular. Murat
Gülsoy’un katkısı büyüktür. On senelik bir yolculuk başladı böylece. Yazının
içinde bir çiçek anlatılıyorsa yazı çiçek açsın isterdim ben. Yazı yağmurlu bir
günde geçiyorsa, yazı yağmur gibi yağsın isterdim. Edebiyattan da anlayan çok
kültürü bir internet tasarımcısı olan Sercan Şengün’le bir araya geldik,
kendisi şu anda Bilgi Üniversitesi’nde akademisyen. Onur Yıldırım’ın desteği
önemliydi. İyi ekip çok önemli. İyi arkadaşlar gibi… Gerçekten bunu övünerek
söyleyebilirim, o dönem için yenilikçi ve çok güzel işler yaptık. Benim için de
onun taçlandığı nokta Yapı Kredi Yayınları’nın Sermet Çifter Kütüphanesi’nde
Tanzimat’tan Bugüne Türk Dergiciliği Sergisinde Tanzimat dönemindeki bir
derginin kapağıyla başlayan, duvarlar boyunca ilerleyen serginin en sonunda bir
bilgisayar ekranıyla, Altzine ile
bitmesiydi. Türk dergiciliğinin Tanzimat’tan bugüne geldiği yolun son noktasını
anlatan bir dergi olarak da önemlidir. Altzine bugün kendi içinden çıkmış
yazarlarla yoluna devam ediyor. İnternette hala “www.altzine.net” adresinde,
onu da burada duyurmuş olayım. Kendi içinden çıkan yazarlar artık onu aldılar,
editörü ve yayın kurulu oldular ve devam ettiriyorlar. Ben artık devam
ettiremiyorum. Dolayısıyla işte 1998-2008 gibi bir zaman aralığında
Altzine’deydim ki bana da çok ciddi katkıları olan yolculuktur.
Metin Celal: Altkitap onunla bağlantılı mı?
Yekta Kopan: İnternet hayatımıza yeni
girmişti ve hayal dünyamızı çok genişleten bir ortamdı. Gutenberg Projesi diye
uluslararası bir proje, bir kitap deposu olarak çalışmaya başlamıştı. O dönemde
Altzine’nin iki senelik bir tecrübesi
vardı ve Altzine bu iki sene içinde
bir okur kitlesi, kendi içinden yetişmiş bir yazar kitlesi ve hatta benim için
çok daha önemlisi bir de çevirmen kitlesi oluşturmuştu. O çevirmen kitlesi
büyük bir katkıyla bizim Türkçe olarak yazdığımız yazıları ücretsiz olarak
İngilizceye çeviriyordu ve biz böylece uluslararası ortama da açılabilmiştik.
Ben de şunu düşünmüştüm, Türkiye’de dergilerin, yayıncılığın yıllardır
yapamadığı bir şeyi biz ücretsiz olarak dünyaya gönderebiliyoruz. Yani bizim
buraya koyduğumuz bir yazı Kayseri’den de Finlandiya’dan da aynı anda okunabiliyor.
Bu beni çok heyecanlandırıyordu. Mailler alıyorduk; “Ben Japonya’da
çalışıyorum, burada Türkçe bir şey okuyamıyordum. Altzine bana ilaç oldu” diye. Bu heyecanla bir gün Adnan Kurt ve
Murat Gülsoy’a “Altkütüphane diye bir şey açalım” dedim. Kitap yayınlayalım.
Hatta kütüphane gibi tasarlayalım, kitaplar olsun raflarında, görüntüsü o olsun.
Ayrıca bunu ücretsiz yapalım. Adnan Kurt ve Murat Gülsoy bunu harika fikirlerle
geliştirdiler. Benim Altkütüphane Altkitap’a
dönüştü. Çok daha sağlıklı bir isim oldu ve Altkitap
Türkiye’nin ilk sayısal yayınevi oldu. Hemen belirteyim, biz ilk ve tek
vurgularını kullanmayı hiç sevmiyoruz, çok sakil geliyor bir yandan da gerçek
bu, söylemek gerekiyor. Kapı kapı dolaştık, kitaplar istedik ve oraya kitapları
ücretsiz bir şekilde koyduk. Özel bir tasarım yaptık, Faruk Ulay bizim için
kitapların iç tasarımını yaptı. Kapaklar yaptık. O zamanlar “print on demand”
sistemi de yeniydi. Print Centerlar daha tek tük görülüyordu, bir-iki yer
vardı. Alkkitap’taki kitapları siz
dosya olarak indirdikten sonra istediğiniz şekilde bastırabiliyordunuz.
İstersen cama bastır, istediğin formatta, istediğin boyutta… Bütün bunların
olabileceği bir altyapı kurduk. Altkitap
hala yayında. Ticari bir şeye dönüşmesin istedik. Copyright’ın karşısına
copyleft’i koyabileceğimiz, insanların ücretsiz olarak kitaplara ulaşabileceği
bir ortam olsun istedik.
Metin Celal: Altkitap’ta “Daha Önce Tanışmış mıydık” kitabın var.
Yekta Kopan: Evet, benim “Daha Önce
Tanışmış mıydık?” öykü derlemem de orada yer aldı. Hemen orayla ilgili çok küçük
bir nokta olarak şunu söyleyeyim, Altkitap’a
ilk koyduğumuz kitaplar bile her gün en az on ya da yirmi kişi tarafından
indiriliyor. Oradaki kitapların indirme sayısı, yani bir anlamda baskı sayısı yüz
binleri bulmuş durumda. Kimi kitap yüz elli, iki yüz bine gidiyor. Eğer bir gün
gerçekten yazarlar bunun değerini daha iyi anlarlarsa, ticari olarak var olan
bir sistemle birlikte ticari olmayan ama yayılabilen bir kültür sisteminin de
varlığı daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum. Bir yandan da ücretsiz olarak
yazarın kendisini ve edebiyatını, kendisini hiç tanımayan okurlara tanıtabilen
değerli bir ortam olarak görüyorum.
Adnan Özer: Müthiş bir misyon.
Metin Celal: O arada müthiş de bir
şekilde bir üretim var sende. 2001’de “Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri”
çıkıyor. Ondan sonra 2003 “Yedi Derste Vicdan Muhasebesi”, 2004 “İçimde Kim
Var” romanın. Niye Roman?
Yekta Kopan: “İçimde Kim Var” aslında
bir çerçeve hikayenin içine oturmuş bir öykü fikri olarak oluştu bende. Disiplinlerarası
keskin ayrımlara inanan, yazarların türlere sıkıştırılmasına inanan biri
değilim. Hatta bir yerden sonra bu konunun çok üstüne gideceksek, tür
kalıplaşmasının, türleri klişe olarak sunmanın yazma eyleminin çok ötesinde
okura sunma eylemi olduğuna, yani tırnak içinde aslında yazarın değil
yayıncının eylemi olduğuna inananlardanım. Elbette ki öykü türüyle roman türü
arasında ayrımlar vardır ama bu ayrımlar esnek olmayan, katı, olmazsa
olmazlarla sınırlanmış ayrımlar değildir. Dolayısıyla ben öykü yazarı ya da
roman yazarı olarak anılmaktan çok yazar olarak anılmayı tercih ederim.
Atilla Birkiye: Ama herhalde temel sınır
kurgu ile kurgu olmayan yazı türü arasında.
Yekta Kopan: Zaten benim için de temel
sınır budur. Kurmaca, kurmaca dışı. Kurgu, kurgu olmayan. Nasıl tanımlarsanız,
ama ayrım budur benim için. “İçimde Kim Var” bana o çerçeve hikayenin içinde
bir roman bütünü olarak geldi. Bir roman olarak adlandırılabilecek yoğunlukta
bir yapı olarak geldi ve gerçekten de fikir kafamda oluşmaya başladığında zaten
böyleydi. Bir kavram bana nasıl gelirse onun üstüne gidiyorum.
Metin Celal: Peki, nasıl yazıyorsun?
Çünkü bir anlamda da metinler arasılık var, edebi verime önem veriyorsun.
Mesela öyküyü önceden tasarlıyor musun? Nasıl oluyor?
Yekta Kopan: Öykü, zihnimde, keskin
sınırı çizilmiş bir sonla tasarlanmıyor. Dilini ve dünyasını zihnimde,
zihnimden sonra uzun süre defterlerde tasarlarım. Defter ve kalem kullanırım. O
defterlerde küçük notlar, denemeler, sahneler, karakterler öykünün ilk
cümlesini bekler. İlk cümle geldiğinde yazmaya başlarım. Dört –beş günde
yazdığım öyküler olduğu gibi yazılışı bir-iki yıla yayılan öykülerim da var. Yazdığım
kadar atmayı da seven bir yazarım. Hatta ve hatta bilgisayarda yarım yamalak
bir dosya olarak bırakmamaya da özen gösteririm. Çünkü o sonra tekrar karşıma
çıktığında bir engel olarak duruyor önümde, tümüyle çöpe atmayı severim.
Çalışma tarzım bu.
Atilla Birkiye: Belki bir sıçrama mı?
Sanki son zamanlarda, yanılıyor muyum, kitabı baştan sona tasarlıyorsun.
Yekta Kopan: Son zamanlarda değil,
aslında ikinci kitaptan beri kitabı tasarlamaya özen gösteriyorum. İkinci
kitabımda, “Aşk Mutfağında Yalnızlık Tarifi” kitabımda, bunu tasarlarken daha
önce yazılmış öykülerdi ama bu öyküleri arka arkaya getirirken istediğim şey,
bir öykü kitabı bile olduğunda okur o kitabın dünyasına girdiğinde bir yoldan
geçsin. Bir yol tamamlansın onun için. Bu okura göre bir yol olmayabilir ama
benim tercihim olan bir yol.
Atilla Birkiye: Şimdi şöyle bir şey var,
söylediğin söz, demin tariflediğin, hikâye yazmak ama o hikâyenin bir bütün
oluşturması, ayrı ayrı yazsan da. Memet Fuat “Aşk ve Sümüklüböcek”te yıllar
önce bunu yapıyor. Bu aslında 17-18. yüzyıldaki klasik novella geleneği ve ben
bunu çok önemsiyorum; fakat bu ne hikmetse bu ticarî değil diye, editörün ya da
yayıncının kaygılarından dolayı, o tür yok mesela, kaybolmuş vaziyette. Bir-iki
yazar var, son zamanlarda özellikle yeni çıkan hikâyecilerde görüyorum. Onlar
da öyle düşünerek yazıyorlar. Sanki yüz-yüz elli yıl sonra biz buna tekrar
kavuştuk diye düşündüğüm için bunu söylüyorum.
Yekta Kopan: Kitap sonuçta nesne olarak
da, bu nesnenin size vereceği his olarak da bir bütün. Siz öyküleri zaman
içinde dergilerde dağınık nizam olarak yayınlamış olabilirsiniz. Mesela, A
öyküsü B dergisinde, C öyküsü Z dergisinde yayınlanmış olabilir. Farklı
zamanlar, farklı ruh halleri olabilir ama kitap bir bütündür. Okurun cebinde,
çantasında, kütüphanesinde taşıdığı bir bütün. Kitabın okuma anı yolculuğuyla
birlikte zihinsel bir yolculuğu da bütünsel olarak yaşatmasını isterim. Kitabın
bir duygu sürekliliği olsun. Kitapta bazı izleklerin tekrar etmesini özellikle
önem veririm ve bu hoşuma gider. Örneğin; “Bir de Baktım Yoksun”da bu artık
neredeyse, kendi deyimimle söyleyeyim, bir polisiye macera gibidir. Çünkü
öykülerde bazı nesneler, bazı kelimeler, bazı imgeler vardır ki A öyküsündeki o
aynı imge B öyküsünde bu sefer ters anlamıyla yine karşılığını bulur.
Atilla Birkiye: Aslında hepsinde bir
leitmotif olarak hemen hemen her hikâyede bunu görüyoruz.
Yekta Kopan: Evet, bazen birebir aynı
cümleleri yazarım. Aynı cümle, kitabın üç ayrı öyküsünde karşınıza çıkabilir.
Çünkü şuna da özen gösteririm, bir cümle önünde ve arkasındaki cümlelerle
farklı bir anlama ulaşacaktır. Bunu bir öykünün içinde düşünelim. Öykü yapısı
içinde bu cümle bambaşka bir yere ulaşacaktır. Dolayısıyla okurun, bir öykü
kitabının içinde “bugün okula gittim” cümlesini üç ayrı öyküde, üç ayrı mana
bütünü içinde görmesi ve bu anlam farklılığını kendi zihninde yorumlaması beni
çok ilgilendiriyor. Okuma eyleminin çok net bir zihin jimnastiği olmasını
istiyorum. Çünkü ben bir okur olarak bundan zevk alıyorum.
Atilla Birkiye: O zaman kitabı
tasarlarken bütün bu şeyler devreye giriyor.
Metin Celal: Tabii bu işin en enteresanı
“Karbon Kopya”.
Yekta Kopan: “Karbon Kopya” benim bu
konuda en yoğun çalıştığım kitap. Örneğin Karbon Kopya’nın hemen girişindeki
“Çevirenin Notu” öyküsü kendi yazı serüvenimde de hem önemsediğim hem de uzun
bir zamana, bir-iki yıla yayılarak üstünde çalıştığım bir öykü olmuştur.
“Karbon Kopya” tümüyle aslında şunu da yapmak için yaptığım bir öyküydü. Bazen
bazı klişeler bende yeni bir şey yazma arzusunu yaratıyor. Çünkü ilk kitabım
çıktığından beri her röportajda bana “Etkilendiğiniz yazarlar kimlerdir?”
sorusu soruldu ve ben de her seferinde şunu düşündüm, güzel bir soru tamam da
acaba ben seksen yaşına geldiğimde de bu soru sorulacak mı?
Atilla Birkiye: O zaman sevdiğin
yazarlar diye sorulacak belki.
Yekta Kopan: Ve onun üstüne şunu yaptım,
“Karbon Kopya”da beni etkileyen ve sevdiğim yazarlar bir resmigeçit yapsın
dedim. Camus, Wittgenstein, Oğuz Atay, Selçuk Baran, Yusuf Atılgan, Kafka,
Çehov, Thomas Bernhard, Nabokov, Dostoyevski… kim var, kim yoksa bu kitapta hep
beraber olalım istedim. O yazarlarla ben hep beraber olayım istedim. Benim için
çok içime kapandığım, çok zorlu bir üretim süreciydi ama Karbon Kopya kişisel
üretimimde en önemsediğim kitaplarımdan biridir.
Metin Celal: Şimdi tabii şöyle bir
enteresanlık var, diğer kitaplarda tam öyle diyemiyoruz ama bunda net olarak
post-modern diyebiliriz.
Yekta Kopan: Evet, ama postmodernizm de
Türkiye’de siyasi anlatımıyla, felsefi anlatımıyla özellikle1990-2000 arasında
çok farklı alanları savruldu, çok farklı anlamlarda değerlendirildi. En sonunda
hiç işin içinden çıkılamayınca Postmodern klişesine indirilerek neredeyse
dört-beş maddelik bir cetvelin üstüne oturtuldu ve dendi ki bu dört-beş madde
eserin içinde varsa bu postmodern eserdir. Postmodernizmi sadece dört- beş
maddelik üretim algısının içine oturtmak onun konjonktürle ilgili felsefi
düşüncesini ve arka planını görmemek  anlamına gelecektir. Dünyada özellikle
duvarların yıkılmasıyla oluşan bir düşünsel değişim sürecini görmezden gelmek
demek olacaktır. O nedenle ben tıpkı kurmaca ve kurmaca dışındaki ayrımın
dışında bu disiplinler ve türler arası keskin ayrımları sevmediğim gibi eseri birtakım
kalıplara oturtmaktan da çok fazla hazzetmiyorum.
Metin Celal: Karbon Kopya’da
metinlerarasılık var, göndermeler var, dipnotlar var, sanki varmış gibi aslında
olmayan şeyleri yazmalar var, onu artık inkar etmek biraz zor. Kafka’nın
hikayesini hatırlıyorum, yeniden yazıyorsun.
Yekta Kopan: Evet, Kafka’nın
Hikayesi’nde, Kafka’nın hikayelerini birleştiriyorum. Aslında ben hiçbir şey
yazmıyorum.
Adnan Özer: 150-200 yılda bir dünya
edebiyatına baktığınızda atölyeye çekildiği dönemler olurdu edebiyatın,
yazınsallığın daha doğrusu. Dünyada neler yaşandı, bir çekilme olacaktır. Bizde
siyasi olarak çok lanetleniyor. Her türlü özgürlükçülüğe olduğu gibi
postmodernizm de böyle toptan mahkum ediliyor.
Yekta Kopan: Metin’in söylediği yerden
şunu söyleyeyim, elbette ki ben bu dönemin içinden geçtim. Düşünsel altyapım bu
kuşağın içinde bir oluştu. Dolayısıyla bütün bu dinamiklerden etkilenmemem
mümkün değil. Dediğin gibi edebiyat akademisi veya edebiyat tarihi elbette bunu
bir yere konumlandırabilir, konumlandıracaktır, bunda da yazarın en ufak bir
duhulü olamaz, burada bir sorun yok. Ama bunun sınırlandırılarak mahkum
edilmesinden kişisel olarak hoşlanmıyorum demek isterim. Eğer böyle olursa da
diyeceğim bir şey yok. Ben bildiğim gibi üretmeye devam edeceğim.
Metin Celal: Arada Dot için bir oyun
projesi yazmışsın.
Yekta Kopan: Evet, Bülent Erkmen’in bir
projesi, onun metnini kaleme aldım.
Metin Celal: Seslendirme yapıyorsun,
tiyatroyla sinemayla ilgin var, o anlamda öykü dışında bir şey yapayım, yazayım
diye düşündün mü veya yaptın mı?
Yekta Kopan: Elbette düşündüğüm oluyor
bazen, ufak notlar alıyorum ama şu anda böyle bir üretimim yok. Ama günün birinde
olmayacak anlamında değil. Bir sinema filmi senaryosu yazmak isterim, ama şu an
öyle bir üretimim yok.
Metin Celal: O oyundan sonra devam
etmemek gibi bir karara mı vardın? Altı yıldır başka bir şey yok…
Yekta Kopan: Devam etmemek değil ama o
oyunla ilgili önemli bir bilgiyi açıklamak isterim. Benim yazdığım bir oyun
metni değildi. Dolayısıyla bir oyun yazdım diye hiç dillendirmedim. Bülent
Erkmen projesi ve Bülent Erkmen’in kafasında bir yapı vardı ve o yapının net
kuralları vardı. O kurallar dahilinde bir şey yazabilir misin dedi. En sevdiğim
şeylerden biridir meydan okuma, kurallar geldiğinde o kuralları kırabilecek
kadar cesur olma. Dolayısıyla oyun hoşuma gitti. Oyun oynamak kavramı hoşuma
gitti. Erkmen’in kurallarını bir oyunun kuralları gibi düşündüm. O kurallar
dahilinde üretebilir miyim diye düşünüp, ürettiğim bir metindir o. Dolayısıyla
kurguladığım bir tiyatro oyunu, tiyatro kurmacası yazmadım. Ama günün birinde
gerçekten bir tiyatro metni yazmayı da isterim. Eğer istek olarak soruyorsanız,
bir tiyatro metni, bir sinema senaryosu metni, günün birinde isterim..
Metin Celal: Son kitap da ilginç
“Kediler Güzel Uyanır”. Orada çok kısa öyküler var. Hatta bazılarına deneme de
diyebiliriz gibi.
Atilla Birkiye: Bu arada ben de bir şey
soracağım. Demin söylediğin şey, “bugün okula gittim.” bu kitapta sanki bu
cümlenin öncesi ve sonrası arındırılmış. Öyle okudum ben kitabı. Öyle mi?
Yekta Kopan: Bazı öykülerden bunu
özellikle istedim. Aslında önceki kitaplarımı okumuş olanların, benim anlatım
tarzımı bilen okurların, bu kitapta bütün o eksiltmelerle, bütün o havada
bırakmalarla, yalnız bırakmalarla baş başa kalmasını istedim…
Atilla Birkiye: Şiir poetikası var
aslında burada değil mi?
Yekta Kopan: Evet, sohbetimizin en
başında, şiiri çok sevdiğim için terk ettiğimi söyledim ya, ama onun sevdası
beni terk etmedi. Dolayısıyla biraz oraya yolculuk var. Tam da dediğin şey,
aslında o eksiltmelerden, o arındırmalardan, kimi zaman deneme gibi duracak
kadar olay örgüsünden koparmalardan kaçmaktan zevk aldım. Ve bu tümüyle
tasarlanmış bir kitap olarak oluştu. Bu kitapta özellikle yapmak istediğim
oydu; eksilmek, eksiltmek, azalmak, artık an’a değil, an’ın içindeki algıya
odaklanmak. Benim için bu kitabın yazılması ve yazılmış metinlerden çok bu
kitabın okunmasındaki algı önemliydi.
Adnan Özer: Bir de yeni şiirsellik sanki
öyküyle beraber… Çünkü şiir metin olarak tüm dünyada da bizde de tıkandı. Böyle
bir arayış var.
Yekta Kopan: Doğrudur. Bir yandan da
edebiyatın ticareti yükseldikçe var olan gevezelikten de rahatsız olmaya
başladım galiba. Günümüzde çeviri ya da Türkçe edebiyatta bazen öyle kitaplar
okuyorum ki cildin biraz daha kalın olması için gevezeleşmiş hissini de
uyandırıyor. Elbette cildin kalın olmasının ticari olarak bu işin bütün üretim
birimleri açısından bir karşılığı var.
Metin Celal: Senin televizyonda da
olmandan kaynaklanabilir ama son kitabın oldukça çok sattı.
Adnan Özer: Ben de o noktada bir şey
soracağım. Çok sattığından dolayı sormuyorum, satmış olması beni memnun ediyor.
Çünkü sen sözlerinin başında edebiyattan kopmadığını söyledin. Bir de çok
satmak adına da edebiyattan kopmadığını düşünüyorum.
Yekta Kopan: Ben de senin vurgundan yola
çıkarak şunu söyleyeyim. Televizyon görünürlüğü kitapların yayımlanmasından
önce de olan bir şeydi. O yüzden televizyon görünürlüğünün etkisi nedir, ne
değildir bilmiyorum.
Adnan Özer: Ben editör olarak bir şey
söyleyeyim o halkaları ben biliyorum çünkü otuz yıldır yaşadım. Televizyon
görünürlüğü on beş bin satış değildir. O yüzden Metin’e sormuştum kaç sattı
diye. O halka başka bir halka. O daha yüksek.
Yekta Kopan: Kendisine dışarıdan bakmaya
çalışan bir insan olma özeniyle söyleyeceğim, ben gerçekten böyle bir
görünürlükten, böyle bir tanınırlıktan rahatsız olurum. Ben, fısıltıyla
konuşmayı seviyorum. Belki de gerçek hayatımda çok geveze olduğum için
edebiyatımda az konuşmak istiyorum. Dolayısıyla “Kediler Güzel Uyanır”’da;
iyice içine kapanan, iyice kendisine dönen, bu anlamda da daha zor bir okuma
yolculuğu vaat eden bir kitabı tercih ettim. Hatta açıkça şunu söyleyeyim, ilgi
görmesinden kaçmak istedim. Çünkü edebiyat alanındaki yalnızlığımı seviyorum.
Bir de ben açıkçası bir okur olarak her gün televizyonda gördüğüm bir adamın
kitabını okumayı istemezdim. Okur mahremiyet ister; haklıdır da. Dolayısıyla
her gün televizyonda olmak, bir yazar için, en azından benim durmak istediğim
yerde duran bir yazar için bir katkı değil, bir lanet bence. Ben o laneti
sırtımda taşıyorum. Bundan rahatsız olduğum zamanlar oldu. Bundan tedirgin
olduğum zamanlar oldu. Ama bir yandan da hayatımın gerçekliği bu. Hatta bazen
düşünürüm, başka mesleği olan yazarlara o mesleği hiç sorulmaz da bana sorulur,
çünkü ortada bir görünürlük var. Sizler de biliyorsunuz, nice reklamcı yazar
vardır. O reklamcı yazarlara siz hangi sloganları buldunuz diye hiçbir zaman
sorulmaz da, bana bu işi nasıl yapıyorsunuz diye sorulur. Kırkımdan sonra
bununla barışmayı öğrendim.
Metin Celal: Her gün canlı yayına
çıkıyorsun. Seslendirmeler yapıyorsun. Ne zaman yazıyorsun?
Yekta Kopan: Geceleri yazıyorum. Benim
bütün çalışma disiplinim gecenin üstünedir. Gece, el ayak çekilince yazıyorum.
Böyle bir alışkanlığım yoktu ama zaman içinde, on-yirmi sene içinde bu oluştu.
Dolayısıyla bu artık değişmez bir şeye dönüştü. Ama bazen de sabah erken, saat
beşte-altıda, dünya fazla hareketli ve gürültülü değilken yazmayı da seviyorum.
Mümkün olduğunca ya her gece, ya her sabah ya günün belli saatleri içinde
çalışırım. Ama artık kitap düzlüğüne girdiğimizde ki bunu üçünüz de bilirsiniz,
o son ipi gördüğün koşu alanı vardır ya, orada artık gecesi-gündüzü hiç
bilmeden orada artık bulduğum her saniyede yazıyorum. Orada zaman kavramını da
yitiriyorum. O ipi gördüğün son düzlük, en sevdiğim zamanlardır. Hatta bazen bu
koşu hiç bitmesin, şu kitabı teslim etmeyeyim derim. Çünkü hiçbir zaman o kadar
mutlu olmam ben. Kitap yayınlandıktan sonra mutlu olanlardan değilim. Kitabın
son noktası döneminde mutlu olanlardanım. Hatta kitap yayınlandıktan sonra
mutsuz olanlardanım.
Atilla Birkiye: Hatta pişman olanlardan…
Yekta Kopan: Çoğu zaman ne yaptım ben sorusunu
çok sorarım. Hatta artık şöyle oluyor, ben “yine” ne yaptım…
Atilla Birkiye: Bu ortak bir psikoloji
galiba.
Yekta Kopan: Eğer öyle bir lüksüm
olabilse her kitap yayınlandıktan sonra uzaklara giderim.
Metin Celal: Arada bir çocuk kitabı var.
Yekta Kopan: Evet, çocuk kitabı ama bunu
ben istiyordum. Burcu’nun işi sadece süreci kolaylaştırdı. Bu bir yandan da
benim şu nedenle istediğim bir şey; ben bireysel yazarlığın yanı sıra ortak
çalışmalara, grup çalışmalarına, toplu üretimlere inanan ve bundan da zevk alan
bir insanım. Resimli bir çocuk kitabı, batının Picture book dediği okul öncesi
kitabında da beni etkileyen şu olmuştu, sizin yazdığın metin kadar resimler
önemli. İnternetin bize sağladığı imkanlar sonucu Şilili ressam Alex Pelayo’yu
bulduk. O kadar etkilendim ki çizimlerinden. Hatta bir sene kadar da kitabın
tamamlanması için onun takviminin boşalmasını bekledik. Tam anlamıyla ortak
çalışma çünkü “Burun” isimli o çocuk kitabında benim yazdığım metnin dışında
ressam,  resimlerle ikinci bir metin
yazmıştır. Yazıları resimlememiştir. Yazıda olanı birebir resimle anlatan
değil, yazının dışında ikinci bir atmosfer, bir dünya ve ikinci bir hikaye
oluşturmuştur. Bu yazışmalarımızla oluşmuş bir şey. Benim ne istediğimi çok iyi
anladı ki o da beni çok heyecanlandırdı. Eğer benzer bir üretim ortaklığı
kurabilecek olursam benzer kitaplar yapmayı isterim.
Adnan Özer: Peki, kitaplarından
geçinebilirsen, ölçüsü nedir senin için bunu bilmiyorum ama…
Yekta Kopan: Bu bir teklif mi?
Adnan Özer: Keşke olsa, bir dilek.
Görünürlükten vazgeçer misin?
Yekta Kopan: Tabii, bunu hiç düşünmeden
söyleyebilirim.

Yorumlar (5)

Çok keyifli bir söyleşi olmuş Yekta Bey.Büyük bir şevkle bir solukta okudum.

Bugün internette gezinirken "Çalışma Odanıza" konuk oldum. Çeşitli objelere tıklayınca beliren o kısa videolardan birinde "Çalışma aralarımda kendimce beni rahatlatacak bir şeyler yaparım" diyorsunuz.Zaman ayırıp dinlerseniz bir kaç şiir kaydını bağlantısını bırakmak istiyorum.Belki bu gece sizi rahatlatacak olan kayıtlar bunlardır.
Sevgilerimle, Umut Tugay Temel

kayıtlar için: http://www.youtube.com/watch?v=f37mbn73TFc&list=PL_NlgGFVbggq5ktn2qdUoq7agii1HRy9o

inanın çok şanslısınız. hayatınızı değiştiren babanızın sizi istanbul a götürdüğü o yolculuktan bahsetmişsiniz. o bölümü okuduğumda göşyaşlarım akıverdi istemsizce. niye benim ailem böyle değil diye.kültüre sanata edebiyata neden bu kadar uzaklar diye.yanlış anlaşılmasın ailemi seviyorum onlar benim hayata tutunmamı sağlayan yegane neden. ve herşey insanın kendinde başlar ve biter evet fakat çevre de çok önemli bir faktördür,hele ki ''güçsüz'' insanlara karşı.

Uzun zamandır okuduğum en keyifli söyleşi…

cok ama cok dokundu hocam okuduklarim, ve sizi yillardir aile ferdim gibi gormemin sebeplerini satir aralarinda buldum, teyid ettim aslinda… Ogrenciniz olmaktan gurur duyuyorum, julide.

Harika bir söyleşi… Malesef geç tanıştım yazılarınızla ama bundan sonra hep buralardayim bende

bir yorum bırakın