“Yazmaya ba\u015flaman\u0131n s\u0131f\u0131r noktas\u0131: Dili olu\u015fturmak!”

Aile Çay Bahçesi ile ilgili söyleşileri, her şeyden önce kendime düzenli bir arşiv olsun diye, Fil Uçuşu’nda paylaşmaya çalışacağım. Aşağıda Cem Uçan’ın BirGün gazetesi için yaptığı söyleşi var.

Aile Çay Bahçesi, Yekta Kopan’ın Can Yayınları’ndan çıkan yeni romanı. Roman, aile kurumu, birey olmak ve bir başkasının varlığına göre tanımlanmak gibi temel insani meseleleri odağına alıyor. Ana karakter Müzeyyen, evreni ve kendi konumunu anlamak için cevaplar kadar soruların da önemli olduğunu okura hatırlatıyor. Biz de kitabın raflarda yerini almasının hemen ardından Yekta Kopan’a roman, karakterler ve kitabın yazılma süreci hakkındaki sorularımızı sorduk.
>>Kitap kapağında ‘roman’ yazsa da bir bakıma melez bir ‘tür’le karşıyayız. Yekta Kopan edebiyatı içinde Aile Çay Bahçesi nerede duruyor?
Bu ‘tür’ meselesi bitmek bilmez bir sorun. Hep söylerim, türlerin keskinleştirdiği sınırlara değil geçişkenliğe inanıyorum. Kitabın kapağında yazan ‘tür’ adına değil, içeriğe bakıyorum sadece. Aslında soruyu tersten sormak lazım; kitabın kapağında yazan tür adı, okurun okuma dinamiğini nasıl etkiliyor? Hatta neden etkiliyor? Eğer dediğiniz gibi bir melezlik varsa, bu okuma algısında ne gibi bir değişim yaratıyor? Önceki romanımın da ‘çerçeve öykü’ ile bütünlenmiş parçalı bir yapısı vardı. Ama kimi öykü kitaplarım vardır ki öyküler arası bağlar, kimi romanların gevşek ipliklerinden daha sıkı gelir bana. Şu meşhur ‘öykü-roman’ tartışmasının neresinde duruyor bilmiyorum ama benim için yeni bir kurmaca metindir bu kitap.
>>Müzeyyen farklı bir karakter. Hayata bakışındaki ironi, tasalı bir insan oluşuyla tanıdık gelse de daha fazla acının/karanlığın kıyısındaki duruşuyla ayrıksı…
Müzeyyen’in hayatının bir noktasında hesaplaşmaya karar vermesi, bunun için cesaret göstermesi ilgilendiriyor beni. O noktayı oluşturan, tetikleyen dinamiklerle ruhunu kendine açmaya cesaret etmesi. Kendisini sorgularken, bitmek bilmeyen ve nesilden nesile aktarılan bir ikiyüzlülükle hesaplaşmaya başlaması. Ama bunları yaparken kendinden bir kahraman yaratamayacağını da bilmesi. Hatta o hesaplaşmanın çeşitli evrelerinde, kendinden bile şüphelenmesi. ‘Dünya bana kötülük yaptı, kimse beni sevmedi’ kolaycılığına kaçan biri değil bence Müzeyyen. Aile-iktidar-kader kavramlarıyla hesaplaşırken, öncelikle kendini kanatıyor hep. Ruhunun karanlık yönlerini anlamaya çalışırken, saklanmıyor kendinden. Nedenleri bulmaya çalışırken kafası karışık olabilir ama sonuçlardan korkusu yok. Aslında Müzeyyen, ikiyüzlülük ve kabullenişle hesaplaşmanın öznesini bulma çabası benim için. Aynı şeyleri ‘Çiğdem’ için de söyleyebilirim.
>>Aile Müzeyyen’in ifade ettiği gibi “bitmeyen bir mide yangını” mı sizce de? Herkesin üzerinde mutabık kaldığı bir ‘aile’ tanımı yapmak mümkün mü?
Büyük toplum resmi içinde öne çıkan, öne çıkarılan ve yalanlarla kutsallaştırılan bir kurum aile. Mutlak doğruluk-güzellik verileriyle yapılandırılmış, mahcubiyet olgusuyla çevresine yüksek duvarlar örülmüş bir kurum. Sadece bu haliyle bile ikiyüzlü. Ama yine altını çizerek söyleyeyim, bir mutabakat ya da genelleme değil amacım. Sadece belli bir sınıfın içinde ortak noktaları bularak yürümek. Kurmaca bir metnin bilimsel bir makale gibi şekillendirilmesini sevmem. Bu anlatıdan yola çıkarak aile üstüne ezber cümleler kurmak da istemem. Beni ilgilendiren romandaki ailenin ve benzerlerinin ikiyüzlü yapısı oldu. Nesilden nesile aktarılan bir kutsallık algısının ve boyasının üstünü kazımak istedim. O boya kazındıkça altından çıkan ve kader diye geçiştirilen gerçekle yüzleşmek ve Müzeyyen aracılığıyla sorular sormak istedim. “Bitmeyen mide yangını”nın bu ikiyüzlülüğün paydaşı olan herkesin canını yaktığını düşündüğüm için, Müzeyyen’in hesaplaşmasını sakince izlemek istedim.
>>Kitabın girişindeki Nabokov alıntısı, okura ilk sayfadan romanın dünyası hakkında fikir veriyor. Burada Müzeyyen’i bir çeşit ‘mizantrop’ (insanlardan kaçan kimse) olarak tariflemek mümkün mü?
Bence tam anlamıyla bir mizantrop değil Müzeyyen. Hatta böylesi bir varoluştan korkuyor belki de. Zaten hesaplaşmasının çıkış noktalarından biri de kendisini bu ‘insanları sevmeme’ durumuna iten nedenleri bulmak. Bunun cevaplarından çok sorularıyla ilgileniyor. Nabokov’un o roman cümlesini çok severim. Sıradanlığı içinde çok yakıcı bir gerçek barındırır. Hayatımızın bir döneminde hepimizin söyleyebileceği bir cümledir. Öfkeyle, kibirle, yalanla, ikiyüzlülükle dolu şu dünyada gerçekten kaç kişi tanıyoruz ve ne kadarını koşulsuz sevebiliyoruz? Daha da ötesi, nedir bir insanı sevmek?
>>Bu kitabı yazmaya karar verdiğiniz ilk anı hatırlıyor musunuz?
Dört, beş yıl önce zihnimde bir fotoğraf olarak  belirdi bu kitap. Beyazlar içinde iki kadın, arkadan görüyoruz, el ele yürüyorlar… Bu puslu fotoğraftaki kadınların kim olduklarını, nereye yürüdüklerini düşündüm uzun süre. Sonra Müzeyyen geldi. Adıyla, duruşuyla ve en önemlisi diliyle. O kadınlardan biri olduğunu o kadar net anlattı ki, hemen “Benim adım Müzeyyen” dedi. ‘Müzeyyen’ zihnimde konuşmaya başladıktan kısa bir süre sonra diğer kadın da ortaya çıktı; ‘Çiğdem’. Yıllardır, arada başka kitaplara çalışırken bile, defterimin bir köşesinde konuşup durdular. Arada tümüyle koptuğumuz anlar da oldu. Çünkü sorulara cevap arıyordum. Cevaplardan daha önemlisinin sorular olduğuna karar verdiğimde zihnimde kördüğüm olmuş yumak çözülmeye başladı. Bir başka önemli dönüm noktası, ‘Kırmızı Salyangoz’la tanıştığım sahnedir. Nefretin diliyle hesaplaşmanın cümleleri o noktada oluştu bende.
>>Kapakta bir Muhsin Akgün fotoğrafı var. Nerede o güzel çay bahçesi?
Muhsin Akgün’ün kişisel arşivinden bir fotoğraf o. Bildiğim kadarıyla Ayvalık’ta çekilmiş bir kare. Sezonu kapatmış, boyası dökülmüş aile çay bahçelerinin yalnızlığını, karanlığını ve tekinsiz halini çok iyi anlatan bir fotoğraf.  Muhsin Akgün’e bu fotoğrafı benimle paylaştığı için çok teşekkür ederim.
>>Roman boyunca kadın karakterin zihnindeyiz; gerçeklik algısı, rüyaları ve anılarıyla. Böyle bir hikâyeyi bir kadın karakterin bakış açısından yansıtmak nasıl bir etki yaratıyor?
Kitap fikri zihnimde böyle dönmeye başlamıştı zaten; ‘Müzeyyen’ anlatacaktı. Yazarın cinsiyetinin önemi olmamalı anlatıda diye düşünürüm, asıl sorun böylesine erkek egemen bir dilin içinde kadın karakterlerin zihninde dolaşabilmek. Okurdaki etkisinin nasıl olacağını bilemem ama yazarken bana çok şey öğrettiğini söyleyebilirim. Yazmaya başlamanın sıfır noktası, dili oluşturmak. Elbette ‘Müzeyyen’in dilini oluştururken daha büyük bir çaba harcadım.
>>’Aile Çay Bahçesi’, bağımsız bir birey olmak ile toplumsal roller arasındaki ikilemi anlatıyor. Müzeyyen ve Çiğdem bu ikilemin neresinde geziyor?
Bence tam da bu soru cümlesinde geziyorlar: ‘Biz bu hikayenin, bu ikilemin, bu ikiyüzlü evrenin neresindeyiz, bizim buradaki rolümüz ne?’ Müzeyyen bunu doğrudan soruyor romanda, Çiğdem’in de sorduğundan eminim. Üstelik ‘bir başkasının varlığına göre rolün belirlendiği’ sahnede kadınlar hep figüran olarak görülüyor. En azından bu anlatıda böyle. Elbette bir genellemeden, kadının konumu üstüne büyük sözler söylemekten bahsetmiyorum. İki kadının hesaplaşma hikayesi üstünden anlama ve paylaşma çabam diyebilirim ancak. Bu anlama çabasında cevaplar aramıyorum, tıpkı Müzeyyen gibi sorular soruyorum ben de. İnsan olmanın ve bir başkasının varlığıyla konumlandırılmanın zorluğu üstüne sorular. Özellikle de dilin bile erkekleştiği bir dünyanın içinde kadın olmak üstüne sorular.

bir yorum bırakın