Yücel Balku’ya selam olsun!

Yücel, aramızdan ayrılalı ne kadar çok olmuş. Soğuk, kasvetli, beter bir aralık gününde gelmişti acı haber. Yıl 2003. Hayalet Gemi’nin yazısıyla, yüreğiyle, cüssesiyle dev tayfası yok artık, diye bir haber. Olur mu öyle şey? Oldu. Bursa’ya ağu yağan bir sabahta son yolculuğuna uğurladık dostumuzu.

Geçen ay Bursa’da aileyle birlikteydim. Semra Balku bir yanımda, Yücel’in “fotoğrafın çeyrekleri” dediği kızları Eylül ve Şeyda diğer yanımda, lafladık uzun uzun. Yücel’in vedasının ardından, bir yüce gönüllükle “Tayfanın Seyir Defteri: Bitmemiş Külliyat”ı yayımlayan Zeynep Çağlıyor, sarılıp sarılıp öptü kızları. O müthiş külliyatın girişinde, Yücel’in kızlarına yazdığı mektubun sedası kulaklarımızda çınladı. Şimdi, geçen yıllar içinde raflardan eksilen bu harika kitabın yeniden yayımına hazırlanıyoruz bütün aile. Sadece Semra ve kızlar değil, Hayalet Gemi ailesi de heyecanlı. Yücel Balku gibi, memleketin her daim göremeyeceği türden bir kalem, yeni okurlarla buluşacak. Onu hiç tanımayanlar, olağanüstü bir yazardan erken ayrılmış olmanın derdini bizlerle birlikte sırtlanacaklar. En güzeli, öyküleri yine elden ele, zihinden zihne dolaşacak.

“Tayfanın Seyir Defteri” için yazdığım metinle, Fil Uçuşu’ndan Yücel’e selam olsun!

Sükût Vakti

1. Ankara Etimesgut’ta Çavuş Talimgah Taburu. Kısa dönem askerliğinin ilk gününde avluda bekleşen bir avuç erkek. Duvarın dibine çökmüş, sigara-çay içiyoruz. Herkes birbirinin “dışarıdaki” yaşamını öğrenmeye çalışıyor. Bir ara, iri-yarı, esmer tenli biriyle sohbet ediyorum. Sonra görmüyoruz birbirimizi; bölükler ayrılıyor, acemilik bitince herkes memleketin dört bir yanına dağılıyor. Yıllar sonra o kişinin Yücel Balku olduğunu, neler konuştuğumuzu kendisinden öğreniyorum. Hafızamın zayıflığı bir kez daha utandırıyor beni. Oysa Yücel, bütün ayrıntıları hatırlıyor. “Hayalet Gemi”de adımı gördüğünde “Biz,” diyor, “askerliğimizi aynı dönemde yaptık.” Tanışmamız bile onun hep yaptığı tanımlamaya uyuyor: “Zaten sürprizi olmayan bir hayat çekilmez olurdu.”

2. “Sükût Ayyuka Çıkar”, İnkılâp 2000 Öykü ödülünü alınca, bütün “Hayalet Gemi” yazarları heyecanlanıyor, mutlu oluyor. Tebrik telefonları ediyoruz birbirimize. Yücel’in başarısı, hepimizin mutluluğu oluyor. Gece birden aklım başıma geliyor; dostların hepsini aradım da, başarının asıl sahibini, o harika kitabın yazarını, Yücel’i aramadım. Konuşuyoruz. Mutlu ama her zamanki gibi ağır başlı.

3. “Sükût Ayyuka Çıkar” yayınlandığında İstanbul’a geliyor. İmzalı bir kitap hediye ediyor. 9.Nisan.2001 tarihli bir imza. Bütün dostlar bir araya gelip uzun uzun sohbet ediyoruz. Bir süre sonra kitabı çıktıktan sonra yaşadığı bir olay anlatıyor elektronik postasında: “İlk kitabım çıktığında biri kitabın ne kitabı olduğunu sordu; “Öykü kitabı,” dedim. Başladı: “Öykü; yani, bir durumu, bir olayı vs. serim-düğüm-çözüm akışında kısa olarak anlatma, değil mi?” Buna benzer bir orta-son öykü tarifi… Adam fakültenin ikinci sınıfında… ne diyeyim? “Evet,” dedim, “serim-düğüm-çözüm işte… araları dolduruyorsun, öykü oluyor… “ Biraz düşündü ve bombayı patlattı: “Kolaymış… keşke tarih kitabı yazsaydın!”” Artık diyecek laf yoktu; sustum. Ama o susmadı, iki ay kadar sonra kitabı okumuş olarak karşımdaydı: “Ya senin öyküler biraz tuhaf, serim-düğüm-çözüm sırası yok bazılarında… Bazıları düğümle başlıyor.”

4. Yeni bir kitap üstünde çalıştığımı öğrenir öğrenmez Yücel, edindiği bu bilgiyi hemen benimle paylaşıyor: “Ammmman haaa, düğümle başlamasın öykülerin.”

5. Hayalet Gemi’nin kapanması söz konusu. Aramızdaki yazışmalarda hep bu konu konuşuluyor. “Ben orada değilim, uzaktayım, o yüzden sen ne yap ne et izin verme buna,” diyor. Her şeyin farkında ama duygusallığına engel olamıyor, olmuyor. Son sayının yayınlanması kararından sonra uzun bir telefon konuşması yapıyoruz. Bütün konuştuklarımızı, yaşananları bir kez daha tekrar ediyorum. Hiç konuşmadan, yorum yapmadan dinliyor beni. Sonra bir sessizlik; uzun, koyu, ağır bir sessizlik. “Hani engel olacaktın,” diyor. Bu kez ben susuyorum. İkimiz de biliyoruz ortada engel gerektiren bir şey olmadığını ama duygularımızı susturmak niyetinde değiliz. Duygularımız konuştukça sesimiz kesiliyor.

6. Derginin kapanmasından sonra yazışmalarımız daha da sıklaşıyor. Edebiyat ve hayat iki güçlü kanal olarak akıyor satırlarda. (Hatta bir seferinde Yücel yazdığı mesajın “kuru kalmış” olabileceği kaygısıyla bir de denemesini ekliyor.) Babasının rahatsızlığı yazışmalarımızın merkezinde: “İki aydan beri babam için kalp pili bekliyoruz. Ankara’daki Bağ-Kur’dan izin çıkacak da, cihaz tahsis edilecek de… Araya birilerini sokup sorduğumda ‘Neşter Operasyonu’ yüzünden bazı soruşturmaların olduğunu, bu aralar cihaz tahsisinin pek mümkün olamadığını öğrendim. Ülkenin özel koşulları… Cihaz 47 milyar imiş. Devlet baba mesajlarını ardı ardına sıralıyor: a) Hastalığı operasyona denk getirmemeye bak. b) Yeterince bekleyebilecek kadar sabırlı yetiştirin kalbinizi. c) Senin babanın pil beklerken ölmesi umurumda bile değil… Aldım, kabul ettim, anladım hepsini. Yenildim ve rahatladım. Ben bu türden bir rahatlamayı daha önce de iki kez yaşamıştım, yabancısı değilim.”

7. Bütün bunları paylaşırken bile o kadar hassas ki: “Gönül ister ki dostlarla daima hayatın aydınlık yüzünü paylaşalım, hayatın “a priori” burukluğuna bir de kendi yükümüzü eklemeyelim; ama olamıyor işte. Çevreye ve dostlarımıza geçici rahatsızlıklar vermekle malulüz.”

8. Bursa’dayız. Kitapevi’nde yapılacak bir söyleşiye katılacağız. Ev sahibemiz Dilek Çelebi, söyleşinin akşamına büyük bir yemek veriyor. Bursa’lı okurlarla-yazarlarla buluşuyoruz. Ertesi gün önce Çınaraltı’nda kahve keyfi, ardından Uludağ’da öğlen yemeği. Yücel’in kızları keyifle koşturuyor çevremizde. Eşi Semra ile birlikte bizi en iyi şekilde ağırlıyorlar. Bir ara Yücel “İstanbul-Bursa kaç saatlik yol ki, bu buluşmaları sık sık yapalım,” diyor. O buluşma, “Bursa’daki tek buluşma” olarak kalıyor.

9. İkimiz de yeni birer kitabın hazırlığı içindeyiz. Ben sonlara gelmişim. Birbirimize okutacağımız yeni öykülerin heyecanı var yazışmalarımızda. Yaşamın iş-edebiyat arasında bölünmüşlüğünün yoruculuğundan dem vurduğum bir mesajıma verdiği cevapta sıkıntılarımı paylaşıyor: “Benim hayatım, kızım Eylül’ün 40 parçasını bir araya getirip kalan 260 parçasını evin muhtelif köşelerine genellikle bulunmamak üzere saçtığı 300 parçalı yap-boz gibi. Resmin bütününü hiç göremedim. Bu parçalardan sana kadar ulaşanlar varsa en azından anlaşılır parçalar olmasını ümit ediyorum.”

10. Yazışmalarımızda, keyfi de paylaşıyoruz sıkıntıyı da. Bir ara kendisinin “sabitlenme duygusu” diye tanımladığı bir ruh halinden bunaldığını anlatıyor. “Şehirle aramdaki bağ giderek zayıflıyor. Saplantılı bir biçimde gitmek, toprakla uğraşmak, günü ve mevsimi idrak etmek planları içindeyim,” diyor bir keresinde. Uzun bir cevap yazmaya çalışıyorum. “Derin bir nefes al sevgili dostum,” diye bitiyor yazdıklarım. İroniyle dolu cevabı gelmekte gecikmiyor: “O derin nefesi aldım. Sigarayı azaltmam gerektiğine karar verdim.”

11. Sonunda dosyasını tamamlıyor. İsim konusundaki fikir alış-verişinde anlaşamıyoruz. Birkaç kısa mesaj gidip geliyor aramızda. Şu isim; bence şu daha güzel; peki şu nasıl geliyor kulağa; şu da fena değil… Son noktayı koyduğunda çok mutlu oluyor, rahatlıyor: “Bu fiziksel olarak ‘Sükût Ayyuka Çıkar’dan ayrı olsa da, benim kafamda onu tamamlayan bir dosya: ‘Sükût Ayyuka Çıkar’ şimdi bitti.”

12. Cuma günü. Yoğun bir iş trafiği var. Yücel, yeni kitabı “Goncanın Üçüncü Gülü” ile ilgili olarak yayıneviyle görüşmeye İstanbul’a gelmiş. Akşam olmadan dönecek. Kısa süre içinde görüşemiyoruz. “Nasıl olsa daha çok gelip gidecek, rahat bir zamanda buluşuruz,” diye düşünüyorum. Üç gün sonra bir haber geliyor… Gecenin beklenmedik zamanında gelen acı bir haber… “Zaten sürprizi olmayan bir hayat çekilmez olurdu,” derdin Yücel. Artık ancak gökyüzüne bakıp sorabiliyorum: Yakıştı mı böyle kötü bir sürpriz sana?

13. Ondan her şeyden geriye bir tek sen kaldın Çerbetan bembeyaz kâğıdın üstünde. Dediğin gibi: Bitti. Senden sonrasını anlatacak tek bir kelime bile yok artık.

Yücel Balku (Kâfdili, Sükût Ayyuka Çıkar, sf: 119)

bir yorum bırakın