Yusuf Çopur’un sorularıyla “Aile Çay Bahçesi”

Yusuf Çopur, değerli bir eğitimci ve yazar. Taraf Kitap için “Aile Çay Bahçesi” ile ilgili bir söyleşi yapmak istediğini söylediğinde çok sevindim. Bir süredir Belçika’da yaşıyor Yusuf Çopur. Dolayısıyla bu söyleşiyi internet üstünden yaptık. En kısa zamanda görüşmek dileğiyle…

Öykü
geleneğinden gelen biri olarak ikinci romanınızla çıktınız okur karşısına.
Öyküden romana nasıl bir yolculuğun ürünü Aile Çay Bahçesi?

Kurmaca metinlere bir bütün olarak bakmayı seviyorum.
Okurken de yazarken de ve yazmak üstüne düşünürken de kendimi türlerin arasına
sıkıştırmayı, metinle ilişkiyi bu algı üstünden oluşturmayı sevmiyorum.
Önceliğim metinle kurduğum okur-yazar ilişkisi yani. Kimi metin öykü
dinamikleri içinde, kimi de roman dinamikleri içinde oluşuyor zihnimde. Yoksa,
masaya “Haydi, şimdi bir öykü kitabı yazayım, şimdi bir roman yazayım,” diye
plan yapıp oturmuyorum. Kitapların çerçeveler içine oturtularak
değerlendirilmesinden hoşlanmayan biri olarak, yazma eyleminde de olabildiğince
bu kalıplardan uzak durmak istiyorum. Benim için Kurmaca ve Kurmaca-dışı
metinler var.

Müzeyyen,
parçalanmış aileden yara almış bir insan. Ancak tüm bunlar, onun bu paramparça
olmuş aileye ve yaralanmış bireye karşı itiraz ve isyanına engel olmuyor ve
mücadele başlıyor. Müzeyyen’in savaşımı bireye ve aileye bir sahip çıkış mı?

Bu karşı çıkışın, öncelikle birey olma yolunda atılan bir
adım olduğunu düşünüyorum. Bu anlamda, evet, tam da sizin söylediğiniz gibi,
bireye sahip çıkış diyebiliriz. Ama aileye sahip çıkmak konusundan emin
değilim. Orası büyük ve engebelerle dolu bir hesaplaşma alanı Müzeyyen için. O
hesaplaşmadan ortaya çıkacak, çıkabilecek sorulardan, sorunlardan tedirgin
olmadan ilerlemeye çalışıyor. Aileyle hesaplaşmak, belki biraz da Sisyphos
meseline benziyor. Hesaplama süreci, ikiyüzlülükle geçmiş yılların ağır yükünü
zirveye taşıma çabası gibi. Hiçbir zaman o zirveye ulaşamayacağını bilse de
devam ediyor. Ulaşmak, başarmak değil o yolculuk önemli. Müzeyyen için de,
hesaplaşma sürecinin kendisi önemli.

Postmodern dünyanın iç yakıcı bir gerçeği aile kurumunun
çözülmesi. Roman, bu gerçeğe ışık tutuyor. Her şeyin bölünerek azaldığı bir
dünyada yeniden birleşerek çoğalma mümkün mü sizce?

Çoğalmanın, bu yakıcı yalnızlıktan arınmanın bir yolu
olduğuna inanmanın giderek zorlaştığı zamanlar. Ama bir yandan da, başka
çaremiz yok. Bir gün sonraya uyanabilmek için, nefes alabilmek için, çoğalmanın
mümkün olduğuna inanmak zorundayız. Aile kurumunun ikiyüzlülüğü bu kadar
ortadayken, bir yandan da bütün dünya “kutsal aile” kavramının gölgesinde
kendini temize çekmeye çalışıyor. Şirketler, okullar, hükümetler, ülkeler, ne
bileyim işte, aklınıza ne gelirse, hepsi “Biz bir aileyiz,” diyor. Biz, kendi ailemizdeki
yalanlarla yüzleşemeden, “yalan ailelerin” içinde buluyoruz kendimizi. Hiçbir
zaman ‘çocuk’ pozisyonunda olan söylemez bu yalanı, iktidarı elinde tuttuğunu
hissettirmek isteyenin ağzından çıkar “Biz bir aileyiz,” cümlesi. Böylesine
çoğalan bir yalanın içinde, hala çoğalmak mümkün mü bilmiyorum ama ben bunun
olabileceğine inanmak istiyorum.

Kitabın başkahramanı aileyle birlikte kadın. Özellikle
toplumun kadına karşı iki yüzlü ve incitici ön kabulleri, ön yargıları, kör
yargıları mı desem, en somut şekilde ele alınmış. Kadının sığdırdığımız
“ayıp”tan kurtulabileceğini düşünüyor musunuz?

Bunun için öncelikle biz erkeklerin şu “sığdırma” eyleminden
kurtulması, bu durumla yüzleşebilmesi gerekiyor. Ben, kendim dahil bu konuyla
yüzleşmeye çalışan bütün erkeklerde bile, hala bir kibir olduğuna inanıyorum.
Anlama çabamızda, anlayışımızda bile bir üstten bakma var. Her şeyden önce dil
eril. Bu dilin sınırları içinde düşününce, daha eşitlikçi bir bakış açısı
geliştirmek mümkün değil. Tabii bir de, toplumsal boyutu var konunun. Bu
noktada, aile içindeki ikiyüzlülüğü kabul ettiği gibi, toplumdaki bu durumu
kabul eden kadınların varlığından da söz etmek gerekiyor. Suskunlaştırılmış ve
bunu bir kader olarak taşımak zorunda bırakılmış kadınlar. Erkeklerin
kurallarını belirlediği oyunda, bir küme olarak algılanan kadın olgusu, ayıptan
çok daha öte bir tanımlamayı hak ediyor. Sorunun kesin cevabına gelince; evet,
kadının özgürleşeceğine, tanımlamalardan sıyrılıp bireyleşeceğine inanıyorum.
Dünyanın geleceğine dair tek umudum da bu zaten.

Aile Çay Bahçesi aileye, kadına, insana ve bunların
ruhuna dair çözümlemeler yaparken teşhis ve tetkikte duruyor yüzleşme
noktasında. Örnekten devam edecek olursak tedavi aşamasında bitiyor. Kitap için
bir “yüzleşme” romanı diyebilir miyiz?

Belki tedavi başlamıyor bile. Teşhis noktası yorumunuza
katılırım açıkçası. Yüzleşmeye karar vermek , yüzleşmeye cesaret edebilmek…
Belki de sadece buna ihtiyaç duyuyor Müzeyyen. Ailenin bir parçası olmaktan
sıyrılıp, öncelikle bir birey olmak için atabileceği ilk adım bu. Yüzleşmeyi
tamamlayıp bir sonuca ulaşmak, soruları sorup cevapları almak değil amacı. O
yokuşu çıkmaya cesaret etmek bile iyi geliyor ona. Üstüne kapatılmış örtüyü
aralayabildiğini, güneşe bakabildiğini göstermek bile, yıllarca süren, nesilden
nesile aktarılmış suskunluktan sonra rahatlatıyor Müzeyyen’i. Aslında hepimiz
için böyle belki de. Önce bir cesaret gerekiyor; yüzleşmeye, hesaplaşmaya
cesaret etmek. Sadece aile kurumuyla değil, her konuda, her an. Ne çekiyorsak,
bu bitmek bilmez suskunluk ezberinden çekiyoruz. Sessizlikle suskunluğu
birbirine karıştırıyoruz. Konuşmaya karar verdiğimizde de, kakafonik bir
gürültünün içine atıyoruz kendimizi. Suskunluktur, en büyük ikiyüzlülüğümüz.

Kadının incinmişliği deşilirken erkeğin egemenliğini
görmemek olmaz. Romanda bu sosyal gerçeğe de göndermeler var. Erkek neye ve
kime karşı egemen? Bir güç savaşı mıdır hayat?

Güç savaşı denebilir mi buna? Erkeğin erkekle ya da erkek
egemen yapının içinde kalmaya mecbur bıraktığı kadınlarla oynadığı iktidar
oyunu. Bu alanın ve oyunun dışında kalmaya çalışanların, ötekileştirildiği
hatta daha da ötesi ciddiye alınmadığı bir dünya. Aslında çok doğru
söylüyorsunuz, hani hep “erkek egemen dünya” diyoruz ya, o noktada sormak
gerekiyor: Erkek neye ve kime karşı egemen? Aslında erkeğin egemen olduğu tek
şey, kendi yaptığı tablo. Kendi çizdiği, kendi boyadığı, dünyanın neresinde
sergileneceğine kendi karar verdiği, izleyicisinin de kendisi olduğu tablo. İşin
kötüsü, zamanla bütün dünyayı bu tabloya bakmaya, onun güzel olduğuna ikna
edebiliyor. Kendi yarattığı egemenlik hikayesinin okuru kılıyor herkesi.

Sürekli kendini tanıma arayışı içinde olan Müzeyyen, bunu
kitap ve filmlerdeki karakterlerde arıyor. Bu hal, kendine yabancılaşmış modern
insanın bir yansıması mıdır? Direkt yüzleşme yerine filmlerden, kitaplardan
kendine ulaşma çabası…

Bence bu sanatın gücüdür sadece. Bir sanat eserinde kendine
bakmaya çalışmaktan daha doğrudan bir yüzleşme olabilir mi? Kendimizi
anlayabilmek için bir sanat eserine bakmaktan başka ne gelir elimizden?
Altamira mağarasının duvarlarındaki çizimlere bakan insan da bunu yapıyordu;
bir av macerası sırasında neler yaşadığıyla yüzleşiyordu. Bugün bir filmi
izlediğinde, bir kitabı okuduğunda, kendisinden bir şeyler arayan insan da bunu
yapıyor; hesaplaşıyor, yüzleşiyor. Hani şu suskunluktan, yüzleşmeden söz ediyoruz
ya, işte sanat tam da bu noktada devreye girmiyor mu zaten?

Kitap bitince bir kez daha anlıyoruz ki sevgi ikliminde
yetişmeyen insanlar, mutlu aileler kuramıyor ve mutlu da olamıyorlar. Ailede
sevgi hüküm sürmeyince toplumun kalbi kanıyor. Bu sevgisizlik hastalığından
kurtulabilecek miyiz?

Sevgisizliğin karşısına, sahte bir sevgi seli halini,
yalanlarla dolu bir sevgi kelebeği olma halini koymadan yaşamaya çalışırsak,
neden olmasın? O kadar yapış yapış bir şey haline geldi ki sevgi, adını anmaya
korkar olduk. Ağdalı bir yalan şekeriyle kapladığımız her şeyin elimize
yapıştığını göremiyoruz. Sevgi, içinde hesaplaşmayı da, yüzleşmeyi de, kavgayı
da, nefreti de barındırıyor. Hiçbir duygu, bir diğerinden bağımsız değil ki
zaten. İnsanların mutlu aileler kurmasından önce, bir arada yaşamayı öğrenmesi
gerekiyor. Bu biraradalığın olmazsa olmazlarından biri de sevgi. Kelime olarak
bile kirletmeyi, hafifleştirmeyi başardık. İnanmıyorum ama yine de umut etmek
isterim; suskunluğun biteceğini, kadınların geleceğini ve sevginin
kazanacağını.

bir yorum bırakın