J
JOSEPH FUCHS: 1400 yılından bu yana kentin cellâtlığını yapan, ortaçağdan beri kızıl saçlı olan Fuchsların atalarından kalma bıçağı mahzene kaldırıp, cellâtlığa veda eden temsilcisi. Cellât Fuchs ailesi; kimse onlarla konuşmaz, onlara bir şey satılmaz, kesilen bütün başların lanetiyle yaşarlar. Günün birinde kanun değişir, belediyedeki cellâtlık görevi sona erer Joseph Fuchs’un. Bir başka göreve atanmak, surun yanındaki atadan kalma evden çıkıp kenttekilerin arasına karışmak, oğullarının diğer çocuklarla futbol oynadığını izlemek… bir gün bir geneleve gitmek… olanaksızdır. Bütün kapılar kapalıdır. Bir tek ırmak, asırlardır Fuchs ailesinin kanla boyadığı ırmak açar kapılarını.
Meraklısı için not: Dileyen yorumlara kendi öykü maddelerini yazabilir. Hep birlikte, farklı bir Öykü Sözlüğü’ne doğru… (Bkz: Sözlük.01 ve Sözlük.02)
F
FAL
Genç kız artık genç bir kadın olduğunu anlamaya başlamıştı. Yaşadığı değişimleri dışarı vurmak, bütün dünyaya yaş alırken büyüdüğünü de göstermek istiyordu. Onu büyüten neydi bilemiyordu, yaşadığı hasretlik mi yoksa işsizlik yerine tercih ettiği yeni okulu mu? Bilemiyordu ama huzurluydu. Hayat akıyorsa o da bir sal olup o nehirde akmalıydı suyla birlikte, ama batmadan dibe, hep suyun üzerinde ahenkle akmalıydı.
Sevdiği askerdi bu kızın, yüreği yanıyordu. Düşünmekten yorulan beynini, hissetmekten ağrıyan kalbi teselli ediyordu. Bir yandan büyüyordu bir yandan özlüyordu. Salı ile akıyordu sularda, hayat ona ne verirse kabul ediyordu iyisiyle, kötüsüyle…
Bir gün bir kahve içti, bahtına kapadı. Güzel haberler vardı kahverengi gölgelerin arasında, içi aydınlandı. Bir kavuşma vardı fincanda, bir kucaklaşma vardı. Yoksa sevdiği erken mi geliyordu?
Mutlu oldu genç kadın, bir umutla beklemeye koyuldu. Kim bilir? dedi. Belki, Neden olmasın?…
Bir umutla kapattığı fal, umudu oldu genç kadının… Hem büyüyor, hem özlüyor hem de umut ediyordu artık bu genç kadın…
M
MIŞ’ gibi olmak
Belli bir yaşa gelmişsindir, uzun yıllardır çalışıyorsun, kendi ayaklarının üzerinde duruyorsundur. Bir de sevgilin vardır, yanına taşınır ve aynı evde yaşamaya başlarsın. Sonra bir gün krizin tetiklemesiyle işsiz kalırsın. Yan etkenler ise senin insanlık olarak seçtiğin değerlerdir. Ama seçiminin bedelini çok ağır ödersin. Sonra uzun süre iş ararsın, önce standartların yüksektir, eskisi gibi olsun istersin her şey. Sonra yavaş yavaş törpülenirsin. Maddi krizine bir de özel hayat krizi eklenir. Sevgilinle uzun süren ilişkinin ardından ayrılırsın. Ama gururunu bir tarafa bırakıp krizin etkileriyle aynı evde yaşamaya devam edersin. Bir süre hayatını bu şekilde devam ettirdikten sonra, kaçınılmaz olur yolları ayırırsın. Artık işin ve kiranı ödeyecek paran da yoktur. Son bir tur dönüp olmayacak işlere başvurursun, seni çok kıdemli bulurlar ya da daha gencini tercih ederler. Ne iş olsa yaparım dersin, biz sana her işi yaptıramayız derler. Bir soluk almak için anne baba ziyaretine gidersin. Otobüs biletini alıp, yandaki çay bahçesinde çay pahalı deyip su alıp içerken saatin gelmesini beklersin. O sırada yanına yaşlı bir kadın gelir çay ister senden. Hemen masada yer açar çay ısmarlarsın teyzeye. Kalkıp karşıdan karşıya geçme vakti geldiğinde ona yardım edersin, karşıya geçirmeye çalışırsın. O arada son paranla biletini aldığın otobüs sen teyzeyi elinden tutup karşıya geçirirken seni beklemeden gider. Bağırırsın, seslenirsin, ama yetişemezsin.
Ne komik, aslında o kadının emekli maaşı var, senin bir maaşın bile yok, o kadının küçükte olsa başını soktuğu bir evi var ama senin yok. Geçmişin, görüntün ve hala devam eden vücut dilin bunun aksini söylüyor olmalı. Sen ondan çay isteyecekken o senden çay istiyor. Çünkü isteyebiliyor. Teyzeyi karşıya geçirdikten sonra dolmuşa binmesine yardım edersin. Biner ve gider… Sense eve kadar yürürsün… Yürürken hafif gözlerin nemlenir, o sırada yanına yaklaşan ve yalvaran küçük çocuktan 20 kuruşa mendil alıp yoluna devam edersin.
"Birçok yemek daveti alıyor, bunların kimilerini kabul ediyordu. İnsanlar, sırf kendisini yemeğe çağırabilmek için onunla tanışmak istiyorlardı. Birdenbire büyümeye başlayan o küçük şeyi daha da büyük bir şaşkınlıkla karşılamaya başladı.Bernard Higginbotham'da Martin'i yemeğe çağırmıştı. Daha çok şaşırdı. Açlık içinde geçirdiği günler kimsenin kendisini yemeğe çağırmadığını anımsadı. Asıl o zamanlar yemeğe ihityacı vardı. Açlıktan bir deri bir kemik kaldığı günler olmuştu. İşin paradoksu buradaydı. Aç olduğunda kimse ona yemek vermiyor, şimdi kendisine bin yemek birden alabileceği bir durumdayken sağdan soldan yemek önerileri yağıyordu. Ama neden? Bunun haklı bir yönü yoktu. O değişmemişti. Şimdi yayımlanan bütün yapıtları o zaman yazıp bitirmişti. Bay ve Bayan Morse onu tembellikle suçlamışlar ve Ruth'u kullanarak büroya memur olarak girmeye zorlamışlardı. Üstelik onlar yazdıklarının farkındaydılar. Bütün yazıları Ruth tarafından onlara verilmişti. Hepsini okumuşlardı. Adının gazetelere geçmesini sağlayan hep bu yapıtlardı. İşte şimdi sırf adı gazetelerde çıktığı için onu yemeğe çağrıyorlardı.
Kesin olan bir şey vardı: Bir zamanlar Morselar kendisi ya da yapıtları için onu çağırmamışlardı. Öyleyse şimdi de onu davet etmelerinin nedeni kendisi ya da yapıtları değildi. Önemli olan kazandığı ündü. Artık insanların arasında önemli bir yeri vardı. Üstelik-neden olmasındı?-şimdi yüz bin dolara sahipti. Burjuva toplumu bir insana bu yüzden değer verirdi. KArşısında başka türlü davranmasını bekleyebileceği kimse var mıydı? Ama gurulanıyordu. Böyle değerlendirmelerden nefret ederdi. Kendisi ya da sonuç olarak kendisinin bir anlatımı olan yapıtlarına göre değerlendirilmek isterdi."
(Jack London, Martin Eden)
jean paul sartre ;
– Fiyakalı giysilerin ütülü pantolonun, gömleğin.
-"l'enfer, c'est les autres"
– Az önce ne dedin sen .!!
-"l'enfer, c'est les autres"
-Geberteyimmi seni ihtiyar!!!
jan pol sarhhthö kendisine silah doğrultan serseriye şu cevabı verir.!!!
– "en büyük günah pişmanlıktır" Sevgili kardeşim..
A
AY
"Çok iyi biliyorum!-dedi yaşlı Qfwfq,-belki siz değil, ama ben anımsıyorum. O hep yanı başımızdaydı ve koskocamandı: Hele dolunayken- gün gibi aydınlık geceler yaşardık, ama ışığımız şöyle tereyağı rengiydi-sanki bizi ezecek gibi gelirdi; yarımayken ise gökte rüzgarın sürüklediği bir şemsiye gibi dolaşır dururdu; büyürken sanki iki ucunu batırıp yeryüzüne takılı kalacak sanırdık."
Italo Calvino (Kozmokomik Öyküler, Ay'ın Uzaklığı)
…
Helena güldü, bardağını tokuşturdu, sonra, "Ben her zaman basit ve dosdoğru bir insan olmayı düşlerdim," dedi. "Ukala ve yapmacık olmayan. Saf, katıksız."
Bir yudum içtikten sonra, "Öyle insanlar pek az,"dedim.
"Rastladığımız oluyor," dedi Helena. "Siz onlardan birisiniz."
"Öyle mi dersiniz?"
"Evet, evet."
İnsanoğlunun, gerçeği, idealindeki imaja göre biçimlendirmedeki inanılmaz yeteneği karşısında şaşırdım kaldım; ama duraksamadan, Helena'nın benim kişiliğim üzerine olası yorumunu onayladım.
"Kimbilir. Belki de öyledir," dedim. "Dürüst ve katıksız. Ama, bu ne demek oluyor? Önemli olan, insanın olduğu gibi olması, isteklerinden dolayı utanç duymaması, neyi istiyorsa onu istemesi. İnsanlar, ilkelerin tutsağıdırlar. Birisi onlara, böyle ya da şöyle olmak gerekir demiş, onlar da öyle olmaya çabalıyorlar, bu yüzden de, hiçbir zaman, ne daha önce kim olduklarını, ne de şimdi kim olduklarını öğrenebiliyorlar. Birden kimliklerini yitiriyorlar. İnsan, her şeyden önce, kendi olma cesaretini göstermeli. Size açık açık söylüyorum Helena, ta başından beri hoşuma gidiyorsunuz, sizi istiyorum, evli de olsanız. Bunu başka türlü söyleyemem, söylemezlik de edemem."
Bu sözlerim rahatsız ediciydi, ama gerekliydi. Kadın düşüncesini çekip çevirmenin sarsılmaz kuralları vardır; bir kadını inandırmayı, onun görüşlerini güçlü savlarla çürütmeyi aklına koyan bir erkeğin, bu amacına ulaşma şansı azdır. Kadının, kendi hakkında, ilkeleri, idealleri, inançları konusunda vermek istediği imajı saptamak, sonra safsata yoluyla, bu söz konusu imajla, onun, bizim istediğimiz biçimdeki davranışı arasında uyumlu bir ilişki kurmayı denememiz çok daha yerinde olur. Örneğin, Helena, 'sadelik', 'doğallık' ve 'berraklık' düşleriyle kendini yitip bitiriyordu. Bu düşünceler, eski devrimci püritanizmden kaynaklanıyor ve 'saf', 'lekesiz' olmak açısından sağlam ve titiz insan imgesiyle bağdaşıyordu. Ancak, Helena'nın ilkeler dünyası, düşünceye değil de, (çoğu insanda olduğu gibi) mantık dışı bazı buyruklara dayandığı için, 'saf, lekesiz insan' imgesini tümüyle ahlak dışı bir davranışla uzlaştırmaktan daha kolay bir şey yoktu. Böylece, Helena'dan beklenen davranışın, yani zinanın, onun idealleriyle sarsıcı bir çatışmaya girmesi önlenmiş oluyordu. Erkeğin, bir kadından ne olursa olsun istemeye hakkı vardır ama, bir hayvan gibi davranmak istemiyorsa öyle bir ortam hazırlamalıdır ki, kadın, en içten hayalleriyle uyum içinde davranabilsin. [Milan Kundera – ŞAKA ]
A
Alacakaranlık
"Ben alacakaranlıktan korkarım" dedi.
Oysa bize karanlıktan korkmak öğretilmişti. Ben de O'na "Neden karanlıktan değil de alacakarlıktan korkarsın?" diye sordum.
O da "Alacakaranlık çirkinin çirkinliğini saklar, belli etmez neresi doğru, neresi eğri. Oysa karanlık, aydınlık gibidir; kimseyi yanıltmaz. Herkes karanlıkta kalanın kötü ve çirkin, gün ışığında parıl parıl parıldayanın güzel ve iyi olduğunu bilir." dedi.
K
KATLİAM
Dünya güzeli bir hayvan, gülen bir surat. Sese son derece duyarlı, kalp atışımız hatta kemiklerimizin sesini bile duyuyor. O kadar duyarlı ki, Japonya’nın Taiji kasabasındakiler bu sayede onları koya çekebiliyor. Sonra ya eğlence havuzuna gösteriye ya da balık pazarına. Havuzda taklalar atıyor, insanları eğlendiriyorlar. Hepimiz bayılıyoruz, gidip dokunmak hatta onlarla yüzmek istiyoruz. Ama sese bu kadar duyarlı bu hayvanları stresle yüklediğimizi ölümlerine sebep olduğumuzu bilmiyoruz.
Yunus ve katliam sözcüklerinin aynı cümle içerisinde kullanılmasının ne kadar aykırı olduğunu biliyorum. Ama “Koy” filmiyle aslında aynı cümlede kullanıldıklarını öğrendim. Ben de kendime adıma yazarak desteğimi vermek istedim. Son olarak diyorum ki; “Onları uzaktan sevmek, aşkların en güzeli”
K
Kül
Tabiat ananın şefkatini esirgediği ülkelerden birinde bir kâşif yaşarmış. Bu kâşifin işi kül rengine bürünmüş ormanı, kuşu, böceği inceleyip renklerinin neden değiştiğini bulmakmış. Çok değil daha 10 yıl önce herşey doğal halinde, rengindeyken bir tufan, bir büyük deprem güzelliği dillere destan, şanı dere tepe aşıp ta acem diyarında duyulmuş bu ülkeyi kül rengine boyamış. Güneş kaçıp saklanmış kül rengi bulutlar ardına, ay derseniz onun takipçisi… Hep bir ağlar olmuş gökyüzü… Birkaç yıl sonra dayanamamış insanları dağılmışlar çevre ülkelere. Tek misafirleri kaşifler olmuş… İşte hikâyenin başında sözünü ettiğimiz kâşif, yaşamını her şeyin neden, nasıl olduğunu bulmaya adamış bilge insanlardanmış. İlk zamanlar güçlü, kuvvetli, istekli ve azimliymiş. Demiş ki “gecemi gündüzüme katıp sebebini bulacağım bu ülkenin üstüne kara lanet gibi çöken illetin nedenini, ve tekrar kavuşacak çiçekler yeşiline, başaklar sarısına, güller kırmızısına… Toprak, ağaç gökyüzü her biri dönecekler eski renklerine”.
İlk sene pek birşey bulamamış. “Önce laboratuvarı kurmak lazım, araştırıp benzer vakalar varsa bulmalı” demiş. Gece gündüz çalışmış kurmuş laboratuvarını. Araştırmış, bulmuş birkaç benzer olayı. Yalnız kül rengi değil de kızıl olmuş bir ülke böyle bir doğal afetten sonra, bir diğeri de bembeyaz… Ancak, ne yazıkki bulamamış hiçbir alim bunların nedenini, zamanla kaybolup gitmiş kuşlar, böcekler. Ağaçlar, dereler bir bir kurumuş. Başının üstüne biriken kara bulutları ellerini her iki yana açıp hızlı hızlı sallayıp dağıtmış ve “olsun ben bulacağım bu illetin nedenini, yok olup gitmekten kurtaracağım bu ülkeyi” demiş kâşif bağıra bağıra, haykıra haykıra. Nedense umut pompalar alimlerin kalpleri kan yerine. Pek bir iyimser bakarlar olana bitene. Olsun varsın, tek kusuru umutlu olmak olsun, umutsuz yaşayamaz hiçbir canlı e tabi bizim kâşifimiz de. Gel zaman git zaman, koskoca 7 seneyi devirmiş. Başarasızlıklarına hep bir neden bulmuş ve tekrar tekrar başa dönse de yılmamış. Boşuna değilmiş tabi her çaba…Örneğin 8. senenin sonunda bir bal arısını tekrar eski rengine döndürmüş. Yalnız tek sorun, o kadar çok şey deneyip bu sonuca ulamış ki, hatırlayamamış hangi otu önce kaynatıp, hangi baharattan kaç tutam attığını, sonra hangi sıcaklıkta ne kadar zaman bekletip arıya kaç damla verdiğini. Bal arısı ona verilen kısa ömrünü tamamlayıp, terk-i diyar eyleyene kadar bu alemi gözü gibi bakmış kâşif ona. Sonrasındaysa gene, umutla dört elle sarılmış işine. Yılmadan çalışmasının mükâfatını, sonraki iki yılda bir sıçanı, bir de bir serçeyi eski renklerine döndürerek almış. Öyle dalmış ki işine, aynalara küsmüş. Taki bir gün bir kirpriği gözüne kaçana dek bakmamış hiçbir aynaya. Gözünü hızlı hızlı birkaç kere kırpmış çıkmamış inatçı kirpik. Sonra yatak odasındaki çekmecede bir aynası olduğunu hatırlamış, gitmiş açmış çekmeceyi bulmuş aynayı. Aynaya bakmış, inanamamış bir daha yeniden, yeniden bakmış. Aynada kül rengi bir yüz, kül rengi iki göz, kül rengi bir burun ve dudaklar görmüş.