D
DALLAS: 80’ler. Toplumsal belleğimizin ortak paydası. Kültürel emperyalizm. Heyecan fırtınası. Bebeklerine Bobby adını vermek isteyenlerden, Dallas’a gitmek için evinden kaçanlara uzanan bir histeri krizi… YARATI VAKFI üyeleri de bu histeri krizine katılır. Büyük sanatçıya Türkiye’de ne kadar sevildiğini göstermek için birörnek Sue Ellen başı yaptıran dilbilir annelerimiz. Körebe gazetesinin açtığı yarışmayı kazanıp, Sue Ellen’la ‘tipik’ bir Türk akşam yemeği hakkını kazanan ‘tipik’ Türk erkeği Recep Alkan. Roze şarap, kırık dökük bir sohbet, sessizlikler, şişen ayaklar… Histeriye atılan tokat gibi çınlayan ironik satırlar. Tomris Uyar’ın günümüzdeki kılıkları ve düşleriyle var ettiği masal kahramanları; Sue Ellen ve Recep… Tarihi buluşmadan geriye Recep’in teslim etmeyi unuttuğu bir çift patik ve ışıksız geceyi bölen bir sesleniş kalır.
Meraklısı için not: Dileyen yorumlara kendi öykü maddelerini yazabilir. Hep birlikte, farklı bir Öykü Sözlüğü’ne doğru… (Bkz: Sözlük.01)
E
EVRİMİM demiştim ben ona. "Evrim"di adı onun.
Birgün geldi medeniyetin beşiğinden.
Çok hızlı gelişti herşey.
Evlendik…
Onun deyimiyle birlik olduk, gurbetçilerden emanet Türkçesiyle.
Zaman geçti……
– EVRİM; Beni bu yüzdenmi sevdin, bana bu yüzdenmi aşık oldun ? "Bunca yaşananlardan sonra bunu dedi bana."
– Doğan; Onu demek istemedi değilmi doğan…
– Doğan; korkarım onu dedi Evrim Doğan…
Çocuk televizyonları..
Doğal oyun alanları ellerinden alınmış çocuklara verilen sus payı. Çağımızın hastalığı deyip üstünde hiç düşünmediğimiz bir olgu. 21.Yüzyılda bütün çocuklar mı geniz etli ve hafta da bir hasta dedirten bilim kurgu filmlerinden fırlamış bir çocuk katili oluyor çocuk tv leri. Psikolog ve psikiyatristlere,ebeveyne tokat atma hakkı tanıyan bir yasa mı çıkarsak?
D
DUMAN6 KAHVE VE ŞARAP:
Yoktun pek; işin aslı; var olmanın tadını çıkardık tanıdıklarla biz. Sordular anlattım, anlattılar… Korkma hemen; senden hiç bahsetmedim. Sohbet ettik havadan sudan, içtik eğlendik, koca bir akşamı bitirdik sensiz. Somurtma hemen; hiç kalmadı diye yalan söyledim herkese, akşamın en güzel dilimini ayırdım sen de tadına bak diye.
E
ESKİCİ
Vapur rıhtımdan kalkıp tâ Marmara’ya doğru uzaklaşmaya başlayınca yolcuyu geçirmeye gelenler, üzerlerinden ağır bir yük kalkmış gibi ferahladılar:
-Çocukcağız Arabistan’da rahat eder.
Dediler, hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri isli, evlerine döndüler.
Zaten babadan yetim kalan küçük Hasan, anası da ölünce uzak akrabaları ve konu komşunun yardımıyle halasının yanına, Filistin’in ücra bir kasabasına gönderiliyordu.
Hasan vapurda eğlendi; gırıl gırıl işleyen vinçlere, üstleri yazılı cankurtaran simitlerine, kurutulacak çamaşırlar gibi iplere asılı sandallara, vardiya değiştirilirken çalınan kampanaya bakarak çok eğlendi. Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmalarıyle de güverte yolcularını epeyce eğlendirmişti.
Fakat vapur, şuraya buraya uğrayıp bir sürü yolcu bıraktıktan sonra sıcak memleketlere yaklaşınca kendisini bir durgunluk aldı: Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı ve ona Istanbul’daki gibi:
-Hasan gel!
-Hasan git!
Demiyorlardı; ismi değişir gibi olmuştu. Hassen şekline girmişti:
-Taal hun ya Hassen,
diyorlardı, yanlarına gidiyordu.
-Ruh ya Hassen…
derlerse uzaklaşıyordu.
Hayfa’ya çıktılar ve onu bir trene koydular.
Artık anadili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan, köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu. Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi bir sert düğüm, daima susuyordu.
Fakat hem pür nakıl çiçek açmış, hem yemişlerle donanmış güzel, ıslak bahçeler de tükendi; zeytinlikler de seyrekleşti.
Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından geçiyorlardı. Bu keçiler kapkara, beneksiz kara idi; tüyleri yeni otomobil boyası gibi aynamsı bir cila ile, kızgın güneş altında, pırıl pırıl yanıyordu.
Bunlar da bitti; göz alabildiğine uzanan bir düzlüğe çıkmışlardı; ne ağaç vardı, ne dere, ne ev! Yalnız ara sıra kocaman kocaman hayvanlara rast geliyorlardı; çok uzun bacaklı, çok uzun boylu, sırtları kabarık, kambur hayvanlar trene bakmıyorlardı bile… Ağızlarında beyazımsı bir köpük çiğneyerek dalgın ve küskün arka arkaya, ağır ağır, yumuşak yumuşak, iz bırakmadan ve toz çıkarmadan gidiyorlardı.
Çok sabretti, dayanamadı, yanındaki askere parmağıyla göstererek sordu; o güldü:
-Gemel! Gemel! dedi.
Hasan’ı bir istasyonda indirdiler. Gerdanından, alnından, kollarından ve kulaklarından biçim biçim, sürü sürü altınlar sallanan kara çarşaflı, kara çatık kaşlı, kara iri benli bir kadın göğsüne bastırdı. Anasınınkine benzemeyen, tuhaf kokulu, fazla yumuşak, içine gömülüverilen cansız bir göğüs…
-Ya habibi! Ya ayni!
Halasının yanındaki kadınlar da sarıldılar, öptüler, söyleştiler, gülüştüler. Birçok çocuk da gelmişti; entarilerinin üstüne hırka yerine elbise ceket giymiş, saçları perçemli, başları takkeli çocuklar…
Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu.
Öyle haftalarca sustu.
Anlamaya başladığı Arapçayı, küçücük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu. Daha büyük bir tehlikeden korkarak deniz altında nefes almamaya çalışan bir adam gibi tıkandığını duyuyordu, yine susuyordu.
Hep sustu.
(Refik Halit Karay- ESKİCİ)
B
BEYAZ MANTOLU ADAM – OĞUZ ATAY
Okuyalı epey zaman oldu ama ben nedense kafamda kurduğum "beyaz mantolu adam"ı hiçbir zaman silemedim aklımdan. Ne zaman bir Oğuz Atay lafı işitsem hemen aklıma o gelir. Ne kadar hüzünlüdür halbuki..Hep O'nu Haliç'te yürürken hayal eder dururum.
Kısa bir alıntı yapabilirim sanırım:
"Yakıcı bir güneş vardı. Adımlarını yavaşlattığı halde, alnından kayan ter damlaları sakalını ıslatıyordu. Büyük bir köprünün üstünde parmaklıklara yaslanarak bir tarak satıcısının gölgesine sığındı. Mantosuyla, sakalıyla ve gelip geçenlerin üzerinden aşan bakışlarıyla satıcıya yararı dokundu; işsiz güçsüz takımından, onu seyretmek için duranlar oldu; ağır yük taşıyanlar, tam orada dinlenmeyi uygun buldular"…
….."Su, bileklerini geçince mantosunun eteklerini topladı. Kalabalıktan kurtulmuş olan görevli, elbisesiyle daha ileri gidemedi. Mantonun etekleri önce suyun üstünde açıldı sonra ağırlaşıp battı. "Dur!" diye bağırdı uzun bıyıklı genç. "Boşver abi," dediler. "Fazla ileri gitmez." Deniz sığdı; bütün manto suyun içinde kaybolduğu zaman kıyıdan çok uzaklaşmıştı. Fazla ileri gitmişti. Yanılmışlardı…"
T
TUZ
En derinde sakladılar, günlerce söylemediler, duymadılar, görmediler…
Sırları vardı.. her birinin bir çok hemde..
Göz göze sır odaları tuttular dostlar meclisinde
Yoktu olması gerekenler
Belkide hiç gerekmediler
Ama gerekiyormuş gibi yaptılar duygularını yüceltmek için,
Bir çoğu gömdü sevgisini gözyaşlarından oluşan sandıklara
Islak ve tuzlu bir şekilde rafa kaldırdı
Anıları kokmasın diye
Tuz iyi gelirdi hani acıya..
Tuzu bastıkça yakardı,
Yaktıkça yanardı ciğerleri kor gibi…
Bir ilaçtı ağlamak
Işıltısında karanlığı aydınlatan.
BİR İLKBAHAR HİKÂYESİ
İlkbahar bir bayram,bir uyanış,bir mucize,bir çılgınlık,olamayacak gibi duran bir şeyin oluşu; ilkbahar şu, ilkbahar bu.. Kuş,papatya,gelincik,çayır,çimen,ağaç,çiçek,mimoza,zakkum,su sesi,hindiba,çingene,kuzu…Klasik ilkbahardır. Unuttuklarım da çoktur a, en mühimi nisan, mayıs güneşi.
Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler içinde ilkbaharı biraz üzüntü ile duymamasına imkân yoktur. Şu ömrü mevsimlere benzetenler iyi etmişler doğrusu. Herkesin bir ilkbaharı, bir yazı, güzü, kışı oluyor işte. İnsanın ilkbaharı öteki hayvanlara bakarsak geç başlıyor. Bir at bir yaşında, hadi iki yaşında ilkbaharındadır. Bir kuzu, altı ayda koç olur. Ama insanoğlu ilkbaharını yirmisinden önce pek idrak edemez. Yirmiden evvel idrak edilen ilkbahar, bir yalancı ilkbahardır. Ben böyle bir yalancı ilkbaharın hikâyesini yazıyorum:
Tam otuz sene evvel on iki yaşındaydım. Anadolu’nun bir şehrinde bulunuyorduk. Babam memurdu. Şehre bir yaz sonunda gelmiştik. Kötü, insan boyu karlı bir kış geçirmiştik. Sonra bir gün bahar geliverdi.
……
Bir sabah gözlerim tavanda, daha henüz hava kararmamış, şıkır şıkır dışarısı. Yer yatağımda yağmurun ne zaman başlayacağını düşünüyordum. Birdenbire odanın içinden parlak bir kuş geçti. Yatağımın üstüne oturdum. Kuş bir daha geçti. Sonra sağdaki duvarda bembeyaz bir şerit oynadı, kayboldu. Gözlerimi ovaladım. Açtığım zaman duvarda bir parlak daire titreye titreye, sanki yerine yerleşmeye çalışıyordu. Bu, bir aynanın duvara vurmuş ışığından başka bir şey değildi.
Yataktan fırlayıp pencereye dikildim. Bizim evin yüksekteki bahçesi, alttaki evin bahçesine bakardı. Odama ayna, muhakkak oradan tutuluyordu. Pembe şeftali çiçeklerinin arasına bir hasıra oturmuştu. Arkasına bir sandalye koymuştu. On altı, on yedi yaşlarında bir kızdı. Pencerede kalakaldım. Elindeki aynanın ışığı gözüme değdikçe, ellerimi yüzüme kapamıyor, gözlerimi kırpmadan dimdik bakıyordum.
Ertesi gün benim de elimde bir ayna vardı. O, ince ince gülerek, gözlerini aynamın aksinden kaçırmaya çalışıyordu. Bu oyun hiçbir zaman yarım saatten fazla sürmez, o, bahçeden evine saçlarından yağmur damlaları dökülerek girer, ben yine yatağıma dönerdim. Ertesi gün yine güzel bir sabah başlar, yine önce onun aynası odamın duvarında koşar, sonra yerine yerleşmek ister gibi titreye titreye duvara asılır kalırdı. Yine ben gözlerimi kırpmadan onun ayna ışığına, o gözlerini güzel elleriyle siper ederek benim ayna ışığıma bakardık. Sonra yine kırk ikindi yağmuru başlardı.
Başka hiçbir şeyle ilgim olmadığı için bir sabah evimizin önünde bir yaylı araba durunca şaşırmadım. Yalnız ben ayna oyununda iken annem tarafından yakalandım. Annem garip garip bahçeye, kıza, ayna ışığına, elimdeki aynaya baktı. Bana:
-Haydi giyin, dedi.
Arabaya atladık. İki parça eşyamız arkaya bağlanmıştı. Babam başka bir yere tayin edilmişti. Yola çıktık. Bir ormanın içinden geçerken, bulutların arasından bir güneş, ormanın yeni yeşermeye başlayan ağaçlarında bir göründü, kayboldu. İçimden bir daha göremeyeceğim ayna ışığı geçti. Hüngür hüngür ağlamaya başladım. Babam:
– Nesi var bunun, dedi.
Ben annemin çarşafına kafamı gömdüm. Annem eliyle, yüzüyle ne biçim işaret etti babama bilmiyorum ama, hiç ses çıkarmadılar. Bütün hıncımla, kimsenin bana sus demeye cesaret edemediğini sezerek, istediğim gibi ağladım.
Şimdi, ilkbaharda odamın penceresine bir yerden kazara bir ışık vursa, o gün ilkbahar her insana yaptığı gibi bana da üzüntü ile dolu bir yumuşaklık, bir yerinde duramayış, bir yürek çarpıntısı verir. O zamandan bu zamana tam otuz sene geçti. Kimsenin yüzüne ayna tutmadım. Kimse yüzüme ayna tutmadı. Ama kazara bir ışık, bir ilkbaharda, odamdan parlak bir kırlangıç gibi geçiverirse, o gün ne ettiğimi bilemem.
SAİT FAİK