Bir imgenin peşine düşmek…

Tamamlanmış bir metnin tarihinde yolculuğa çıkmak kolay değil. Kendi ruhuna doğru iz sürmek. Tamam; defterlerdeki notlar, sağa sola yazılan paragraflar, yazılış süreciyle ilgili fikir veriyor ama o ilk cümlenin, ilk düşüncenin akla düştüğü an geçmişin rüzgârında, yağmurunda kaybolup gidiyor. John Fowles, “Yaratık – A Maggot” romanına bir öndeyiş ile başlar. Bu öndeyişte, okuyacağımız yüzlerce sayfalık kitabının tohumuyla tanıştırır bizleri: “Kitabı kaleme alışımdan birkaç yıl önce, yüzleri olmayan ve görünüşte belli bir gerekçeleri de bulunmayan küçük bir seyyah topluluğu, zihnimden öylesine geçip bir olaya doğru yöneldiler. Besbelli ki geçmiş bir zaman söz konusuydu, çünkü atlara binmişlerdi ve ıssız bir görünüm iççindeydiler; ancak bu son derce ham imgenin ötesinde, hiçbir şey yoktu. Bu imgenin nereden geldiğini de, bilinçaltımdan niye böyle bir inatla sürekli yükseldiğini de bilmiyorum.” Sonrasında da rastlantı eseri eline geçen 16 Temmuz 1683 tarihli genç bir kadının suluboya tablosunun, kitabın sonu konusundaki rolünü anlatır. Bir sayfalık bu öndeyişin hemen arkasından roman başlar, ilk cümle atlarına binmiş bir seyyah topluluğunun ıssız bir yaylayı aşmakta olduğunu söyler biz okurlara. Fowles’un zihnindeki bir imgenin peşine düştüğümüz bilgisiyle okuruz romanı. Yazar, daha ilk satırdan itibaren, bir imgenin yansımasını paylaştığımızı bilmemizi ister. Elbette bu bilgi, bütün okuma dinamiğimizi etkileyecektir roman boyunca. Fowles’un yaşattığı okuma deneyimi, her zaman ilgimi çekmiştir. Bir romanın/öykünün tohumunu okurla paylaşmak ve böylece okuma sürecini baştan yönlendirmek.

Yazarın zihnindeki imgeyi bilmek okura neler söyler? Gerçeklikten ya da rüyalardan devşirilmiş bir imge, bir söz, bir sahne kurmaca evrende nasıl bir karşılık bulur? “Yedi Derste Vicdan Muhasebesi” adlı kitabımın ilk öyküsü “Şey…” nasıl bir yolculuk sonrasında ortaya çıktı? Bir yürüyüş sırasında aklıma düşen bir görüntü; gece yarısı, şehirlerarası yolculukta bir mola yeri, tek başına çorba içen bir adam. Sadece bu görüntü öykünün tümüne ulaştırmış mıdır beni? Ya da aynı kitabın bir başka öyküsü, “Afrika’dan Çok Güzel Hayvanlar Geldi”, zihnimin bir köşesinde yıllardır saklı duran Büyük Hala karakterinin bana fısıldadığı bir öykü müdür? Son kitabım “Bir de Baktım Yoksun”daki “Sarmaşık” adlı öykü, babasını kaybetmiş bir yazarın, ölümle alay edebilme çabasıyla mı kaleme alınmıştır? “Portobello 22” öyküsü gerçekten de George Orwell’in evinin karşısında mı yazılmıştır? Tıpkı Fowles’un söylediği gibi, bir imge vardır ilk cümlenin kağıda dökülmesini sağlayan ama o imgenin izini sürmek “gerçekten” mümkün müdür?

O imgenin zihnin karanlık koridorlarından çıkışını yakalamak, bu izi sürmek zor. Kitabın yazılış süreci ise farklıdır. Sancılıdır. Pusludur. Delirticidir. Mutluluktur. Hatırlanabilir anların toplamıdır. 2004 yılında yayınlanan romanım “İçimde Kim Var”ın yazılış süreci böyle anlarla doludur. Basit bir fikir vardı aklımda; bir gazetecinin, Yeşilçam emekçisi, eski toprak bir sinemacıya çeşitli filmlerden parçalar izlettiğini ve bu filmlerden yola çıkarak bir söyleşi gerçekleştirdiğini düşünmüştüm. Bir çeşit “körleme” oyunu. Gazeteci hangi film olduğunu, yönetmenini, yılını söylemeden kısa bölümler izletiyor ve biz de çoktan elini eteğini piyasadan çekmiş Cezmi Konur’un anlattıklarından hem bir döneme hem de onun kişisel hikayesine tanıklık ediyoruz. “Potemkin Zırhlısı” ile başladım. Oturdum baştan izledim filmi. Sonra “Selvi Boylum Al Yazmalım”ı izledim. Sabah akşam film izliyordum. Hangilerinin Cezmi’nin hayatını belirleyeceğini bulmaya çalışıyordum. Aslında Cezmi, karakteri kafamda çoktan can bulmuştu ama izlediğim her filmde hayat hikayesi biraz daha değişiyordu. Kimi filmler Cezmi’nin ruhuna uymuyordu, kimileri tekrar tekrar izlendikçe şekilleniyordu. Günler Cezmi’nin bakış açısından filmler izlemekle, notlar almakla geçti. Üstelik istediğim her filmi hemen bulamıyordum. Eşi dostu seferber ettim kimilerine ulaşabilmek için.

Cezmi’nin öyküsünün bir romana dönüşmesi fikri iki film sayesinde oldu. İlki, romanın önemli arka planlarından hatta karakterlerinden biri olan Orson Welles imzalı Yurttaş Kane, diğeri de romanın anlatım yapısının hem kilidi hem anahtarı olan Akira Kurosawa imzalı Raşōmon. İki filmi birbirine bağlayan bir ortak yön vardı; gerçekliğin farklı bakış açılarından aktarılması, bir olayın farklı algılardan, farklı değer sistemlerinden süzüldükten sonra yorumlanması, değerlendirilmesi. Yurttaş Kane, bir bulmacanın parçalarının tamamlanması şeklinde ilerlerken, Raşōmon çözümsüzlüğü işaret eden olay örgüsüyle her bir sahnesinde izleyene “Gerçek nedir?” diye sordurtuyordu. İlki 1941, ikincisi 1950 tarihli bu iki filmin bir diğer ortak yönü ise, gösterildikleri günden bugüne başta sinema olmak üzere bütün sanat disiplinlerini etkilemiş olmalarıydı. Bir çeşit domino etkisi. Kararımı vermiştim, artık adı Orson Cezmi olan karakterin hayatından yola çıkarak bir domino etkisiyle bugüne ve o hayata giren diğer karakterlerin hikayelerine ulaşacaktım. Böylece yavaş yavaş diğer karakterler oluşmaya başladı; Suna, Behice, Rıza, Çiko… Aylar boyunca bu karakterlerle yatıp kalktım, hepsinin hayat hikayesi küçük not kağıtlarında, büyük kartonlarda çalışma odamın duvarında asılıydı. (Bir de gazeteci Kaya karakteri vardı ama onu kitabın son versiyonunda fazla bulup çıkarmıştım.)

Ama hâlâ bir eksik vardı, içime sinmeyen bir şey. Adlandıramadığım bir huzursuzluk, bu karakterlerin dünyasında dolaşıp duruyordu. O noktada şarkılara sığındım. Her bir karakterin, kendilerini en yalnız, en mutlu, en umutsuz, en coşkulu hissettiği anlarda hangi şarkıları dinleyeceğini bulmaya çalıştım. Şarkılar dinledim günlerce. Kitabın sonundaki dokuz şarkılık liste de bu sırada oluştu.

Karakterler daha huzurluydu artık ama gevşek teyellerle bağlıydılar birbirlerine, sökülüp gitmelerinden korkuyordum. 2003 yılının yazı boyunca çerçeve hikayeyi oluşturmaya çalıştım. Umutsuzluğa düşmek üzere olduğum anda imdadıma Yusuf Atılgan yetişti. Aylak Adam’dan bir cümle işaret fişeği gibi parladı bir gece: “Bende gördüğün her şey babamla başlar.”

Orson Cezmi’nin oğlu Metin Konur, Yusuf Atılgan’ın bu sözüyle, Van Gogh’la, Bertrand Rusell’la ve yağmurla geldi. Çerçeve öykü, bir arayış ve hesaplaşma hikayesi olarak şekillendi o yılın sonbaharı boyunca. Romanın ilk cümlesini defterime yazdığım an’ı çok net hatırlıyorum: “Yağmur, gökten yere yolculuğuna başlamak için, gündüz insanlarının uykuya karışmasını bekledi.”

Bir yazarın en sevdiği kitabı, öyküsü hangisidir? Yazdığı bir harfi, diğerlerinden ayırıp onun hikayesini anlatabilir mi? Zihnindeki bir imge, diğerlerinden daha önde koşabilir mi? Okur için önemli olan o imgenin kaynağını bulmak ya da bir kitabın yazılış sürecini öğrenmek midir? Belki evet, belki hayır. Ama kimi zaman tarihe not düşmek gerekir. O notlar, zihnin koridorlarındaki bir başka imgenin dışarı çıkması için kapılar aralar. Sonra yazar yine başa döner. Zaman, bir imgenin peşine düşme zamanıdır.

Not: “Kitap Zamanı” için Musa İğrek tarafından istenen yazı, derginin 6 Aralık 2010 tarihli sayısında yayınlandı. Yazıya buradan da ulaşabilirsiniz…

Yorumlar (4)

ımmmm afiyetle okudum. Nefisti bi kaç günlüğüne açlığımı doyurdum.

"Aslında Cezmi, karakteri kafamda çoktan can bulmuştu ama izlediğim her filmde hayat hikayesi biraz daha değişiyordu. Kimi filmler Cezmi’nin ruhuna uymuyordu, kimileri tekrar tekrar izlendikçe şekilleniyordu. Günler Cezmi’nin bakış açısından filmler izlemekle, notlar almakla geçti. Üstelik istediğim her filmi hemen bulamıyordum. Eşi dostu seferber ettim kimilerine ulaşabilmek için."

Kitap Zamanı'nda bu cümleleri okuduktan sonra uzunca sustum.İnsanın kendi karakteri için böyle olağandışı düşünmesi harika bir şey olmalı…

Merve MUTLU

Ahh benim romanım İçimde Kim Var; daha önce size attığım bir mailde kitabı ödevimde nasıl kullandığımı anlatmıştım.Daha doğrusu kitabınızın bir ödev haline gelmek için tetiklediğini.Öyle çok anlattım ki bu romanı tanıdıklarımda meraklanıp okudular.İyi ki yazmışsnız

bir yorum bırakın