Birbirimizi nefesle beslemeliyiz

“Sakın Oraya Gitme” raflarda artık…
Radikal Kitap Eki’nin 4 Kasım 2016 tarihli sayısı için, Adalet Çavdar ile bir söyleşi yaptık.

Öyküleriniz kelimeleri ve anlamlarını dert ediniyor. En çok da özgürlük kavramını galiba. Bunun nedeni dünyanın, ülkenin bu haline tercüman olacak bir dil arayışı mı?

İlk kitabımdan bu yana, bütün yazı hayatım boyunca hesaplaşmak ve sorular sormak istediğim bazı meseleler var. Bunlardan biri iktidar kavramı; kimi zaman baba-oğul ilişkisinden, kimi zaman aile içi ilişkilerden, kimi zaman da daha üst bir iktidar anlayışından tartışmaya, sorular sormaya, hesaplaşmaya çalışıyorum. Bu kitabın yazılma sürecinde bu meseleye başka bir noktadan bakmak istedim; o nokta da özgürlüklerimiz noktasıydı. Zor zamanlardan geçiyoruz, zor bir coğrafyada yaşıyoruz. Bu zor zamanlar aslında gün içinde bile ruh halimizi, varlığımızı, ilişkilerimizi, dünyaya dokunuş halimizi sürekli olarak değiştiriyor. Bazen yüksek sesle hesaplaştığımız, bazen hesaplaşmaktan korktuğumuz ya da korkutulduğumuz, bazen de hesaplaşmaksızın normalmiş gibi kabul ettiğimiz şeylerden biri de özgürlük alanlarımıza yapılan müdahaleler. Bu müdahalelerin kimi artık normalimiz haline geldi, kimini artık hissetmiyoruz bile. Bunlarla yüzleşmek, hesaplaşmak, tartışmak ihtiyacı duymuyoruz. Bazen “Artık bu kadarı da olmaz” dediğimiz noktaya geliyoruz, yoruluyoruz, umutsuzluğa düşüyoruz, kırılıyoruz, bir sonraki güne uyanacak gücü bulamıyoruz. Bütün bunlardan uzaklaşabilmek için öncelikle hesaplaşma cesareti ve ihtiyacı içinde olduğumuzu düşünüyorum. Çünkü hepimiz ikiyüzlü olmaya başladık ve bu ikiyüzlülük siyasetten, reel politikadan, sokağın sesinden bağımsız bir şekilde varlığımız haline gelmeye başladı. En kabul görmeyecek olayda bile ‘ama’ diye başlayan cümleler kuruyoruz. Kendimize karşı bile ikiyüzlü oluyoruz. Kendimizle hesaplaşacak cesaretimiz kalmamış durumda. Edebiyatın ve aslında tümüyle sanatın bu cesareti yeniden görünür kılmak zorunda olduğunu hissediyorum.

Haklısınız, sürekli bir onu yapma, bunu söyleme, onu yazma diyoruz.
Bu kitabın adı tam da buradan geliyor aslında. “Sakın oraya gitme” evreninde yaşamaya başladık… Özellikle dört, beş yıldır gündelik hayatımıza yerleşmiş, kimilerinin bir rica olarak söylediği, kimilerinin de parmak sallayarak emrettiği bir cümle “Sakın oraya gitme.” Orada başına kötü şeyler gelebilir, orada bombalar patlıyor, orası çok kalabalık, şehrin o bölgesi artık çok değişti ve eskisi gibi değil, o konulara girme, o konular çok tehlikeli, o konularda yazı yazarsan başına iş gelebilir… Bu “sakın oraya gitme” hali artık birbirimizi korumak için kullandığımız bir cümleye, hatta çok gündelik bir şeye, içselleştirdiğimiz bir şeye dönüşmeye başladı. Oralara gitmekten, o konularda yazı yazmaktan, oraları düşünmekten, o konularda ses çıkarmaktan, o duygularla, o kişilerle, o bakış açılarıyla ve öylesi iktidarlarla hesaplaşmaktan korkar olduk. Yarını umut edebilmek için en azından bu korkuyla, bu korkuya neden olan ikiyüzlülüğümüzle yüzleşebilmemiz ve bu yüzleşmenin sonucunda bir hesaplaşma yaşamamız gerektiğini düşünüyorum.

‘Ev Hali’ öykünüzde bir yazarın hikâyesini anlatıyorsunuz. Bu yazar ve diğerleri, yazdıkları iktidarın düşüncelerine ters olmasın, kafa karıştırmasın diye kontrol altına alınıyorlar. Yine de bir dil kurabilir miyiz derdine düşüyorlar. Bu dönemde yazmanın, üretimin sizin için önemi nedir?
Şu anda çok sayıda yazar, gazeteci ya tutuklu ya da baskı altında. Çok sayıda gazeteci, düşünür, akademisyen işsiz bırakılmış durumda. Elbette düşüncenin, sözün, sesin ve çok sesliliğin sıkıştırıldığı böylesi dönemlerde daha fazla üretmek gerekiyor. Üretim alanınız her ne olursa olsun o alanda hesaplaşarak yeni cümleler söylemeniz gerekiyor. Daha fazla üretmekten başka şansımız yok. Ben yazmak, yazarak sesimi çıkarmak ve edebiyatın soru soran alanında okurla buluşmak istiyorum. Bir cevap bulamaz edebiyat, ama soru sorar ve bu sorular her okurun zihninde farklı cevaplar ortaya çıkaracaktır. O cevaplar topluca bir uyanışı, bir yukarı bakışı ve bir yarın umudunu yaratacaktır. En azından benim umudum o. O soruları sorabilmek, okurla o sorularda buluşmak için yazmam gerekiyor. Gerçekçi olayım, bazen öyle kötü haberlere uyanıyorsunuz ki bunu yapabilecek gücü bulamıyorsunuz. Daha çok ses çıkarmak, farklı seslere daha çok kulak vermek gereken bir dönemde olduğunuzu biliyorsunuz ama kimi zaman o sesi çıkaracak nefesiniz kalmıyor. Farklı sanat disiplinleri birbirlerine o nefesi üfleyecektir ama; tiyatro sinemaya, sinema edebiyata, edebiyat resme… Birbirimizi o nefesle beslemek zorundayız.

‘Cesur Geyikler’ öykünüzde de var ya bir hücrenin içerisinde anlatma ihtiyacı. Galiba bu hasbihalden uzaklaştık ya da uzaklaştırıldık. Zor dönemlerde anlatmak her zamankinden daha çok ihtiyaç değil mi oysa?
Bunun olmasını içselleştirdik, normal olduğuna inanmaya başladık. Bu coğrafya, gelmiş geçmiş bütün dilleri ve dinleriyle olağanüstü hikâye anlatıcılarına sahip. Biz birbirimize hikâye anlatmayı çok severdik, birbirimizin hikâyelerine kulak vermeyi çok severdik. Birbirimizin hikâyelerini dinlemekten uzaklaşır olduk, oysa bizi biz yapan hikâyeler, yaşanan anları tekrar anlatabilme yeteneği. Yaşanan an gelip geçer, zamanın içerisinde erir yok olur. Yaşanan anı ancak biri tarafından sözlü ya da yazılı edebiyat olarak anlatıldığında kalıcılaştırabilirsiniz. Ancak bu şekilde onun üzerine düşünülebilecek bir alan oluşturabilirsiniz. Bu coğrafya bu alanın oluşturabileceği en güzel şeye sahip; hikâye etme, hikâyeyi anlatma ve dinleme yeteneğine. Bizim özelliklerimizden biridir bu, birbirimizin hikâyesini dinlemek oturup beraber çay içmek, kahve içmek. Oysa birbirimizin umutlarını, mutluluklarını, mutsuzluklarını, heyecanlarını ya da dünya görüşlerini dinlemekten tümüyle uzaklaştık. Bunun yerine nefret etmeye, sevmemeye, ötekileştirmeye, itmeye başka mahallere hapsetmeye, birbirimizden ‘o, onlar, bu, bunlar’ diye bahsetmeye başladık. Oysa en çaresiz zamanımızda bile, ‘Cesur Geyikler’ öyküsünde olduğu gibi, bir hücredeyken ya da dünya üstümüze bir hücre gibi kapanmışken bile yapabileceğimiz ve birbirimizi anlayabileceğimiz tek şey yeniden hikâyeler anlatabilmek.

Öyküleriniz arkadaşlıklardan, dostluklardan ve kayıplardan söz ediyor. Beni en çok etkileyense ‘Bisiklet’ öykünüzdeki o son mektup. Bu, neresinden tutulsa bambaşka anlatılabilir bir hikâye. En çok arkadaşlığa ihtiyaç duyduğumuz bir devir mi bu yaşadığımız?
Arkadaşlık birini sevmek, birini özlemek, merak etmek, biriyle bir şeyler paylaşıyor olma hali ‘Sakın Oraya Gitme’ öykülerinde çokça karşımıza çıkıyor. Sakın oraya gitme, başta da söylediğim gibi artık bizim birbirimizi korumak için kullandığımız bir cümle olmaya başladı. Ben seni koruyorum. İki kişi var o cümlede. Biri diğerine söylüyor. O iki kişiden biri bir sevgili, bir anne, bir baba veya bir arkadaş. Son dört-beş senede çok arkadaşımızı kaybettik; bazılarını hiç tanımıyorduk. Hiç tanımadığımız insanların hikâyelerini, nasıl öldüklerini gazetelerden okuduk, ölüm haberlerini gördük, o ölümlerin takipçisi olduk. O ölümlere dair davaların tarafı olduk. Çünkü onları dost belledik. Tanıdığımız bazı dostlardan da uzaklaştık. Farklı yerlere gittik. Son dört, beş sene arkadaşlıklarımızın azaldığı, arkadaşlık coğrafyasının çoraklaştığı bir dönem oldu. ‘Sakın Oraya Gitme’de anlattığım ve bu söyleşide de size söylediğim gibi birbirimize hikâyeler anlatmamız lazım ve bir hikâye anlatabilmek için hep bir ikinci kişiye ihtiyacımız var.
İnsanın kendi bloguna kendi fotoğrafını koyması saçma, biliyorum. Ben olsam kıl olurdum bu duruma. Ama Muhsin Akgün ile bu fotoğrafı çekmek için İstiklal’in arka sokaklarında yaptığımız yürüyüşün anısına koymak istedim. Dilerim kimse kızmaz. Kızan olursa da özür dilerim. Muhsin’e teşekkürlerimle. 

Yorumlar (1)

İçinde bulunduğumuz dönem ve şartlara, ruh hallerimize, noktasından virgülüne dokunmuşsunuz. Güçlü kaleminizden dökülenler okura iyi gelecek, biliyorum.

Fotoğraf konusunda 'fazlasıyla' hassas düşünmüşsünüz. Yazıya yakışan, hatta olması gereken oysa…
Tam tersi, en altta yayınladığınız için 'kızdım' ben.
(Özür dilerim.)

bir yorum bırakın