Castro: Bir devrimcinin öyküsü!

Alman gazeteci Karl Mertens, bir röportaj yapabilme umuduyla, her tür riski göze alıp Sierra Madre dağlarına gider ve kamp yerinde bin aramadan geçip zorlukla ulaşır hamağında dinlenen Castro’ya… Bütün bu gizemin, aramaların, suikast korkusunun, ulaşılmazlık çemberinin farkındalığıyla sorar Castro: “Bunun nasıl bir devrim olduğunu öğrenmek istiyorsun değil mi?” Hep böyledir zaten. Karşısındakinin sormasını beklemeden cevap verir Castro. Sözlerini “Yılın sonunda ya kahraman olacağız ya şehit!” diye bitirir.

İçi kahve dolu termosunu kürsüye koyup, partagas’ını yakıp dört buçuk saat boyunca Amerika Birleşik Devletleri’nin nasıl işgalci bir ülke olduğunu, Avrupa’nın bu işgalci yaratığa nasıl göz yumduğunu dört buçuk saat boyunca susmadan anlattığı ünlü Birleşmiş Milletler konuşmasında da, yoldaş Ernesto Guevara‘yı sonsuzluğa uğurlarken yaptığı konuşmada da hep ateşlidir, hep öfkelidir, hep yüksek perdeden seslenir kitelelere.

Aslında hikaye henüz on iki yaşındayken, babası Don Angel’in çiftliğinde çalışan işçileri, düşük ücretler nedeniyle, babasına karşı greve çağırmasıyla başlar. Çoğunluğu siyah olan işçiler babasına baş kaldıran bu çocuğu hayretle izler. Sonuçta sağlam bir dayak yer babasından Fidel. “Bana vurmuş olman bir şeyi değiştirmiyor çünkü hala ben haklıyım,” der. Jose Marti‘nin öğretisiyle ilerler yolunda. Kardeşi Raul Castro da onunla yürür. Zaten Fidel’le bir kere tanışan bir daha onun yolundan ve yanından ayrılamaz.

Alman çizer Reinhard Kleist ile daha önce Türkiye’de de Flaneur Yayınevi tarafından yayımlanan “Cash – I see a darkness / Her Yer Karanlık” kitabıyla tanışmıştım. (Bu kitap da Fil Uçuşu’na konuk olmuştu.)

ICON’dan Sondermann’a çok sayıda ödülü kazanmış, Eisner Ödülleri’ne de aday olmuş genç ve yetenekli bir isim Kleist. Senaryolarını da kendisinin azydığı kitaplarında, biyografik çalışmalara ve ikonlaşmış isimlerin hayatlarına odaklanmayı seviyor. Johnny Cash, Elvis Presley ve Fidel Castro gibi. Bütün bu ciltlerde senaryolama tekniği genelde, bir anlatıcı karakter üstünden şimdiki zamandan geçmişe gitmek, çocukluktan başlayarak tekrar şimdiki zamana gelmek biçiminde. Bu geniş anlatı alanı kitaplarının oylumlu olmasına neden oluyor. Bu yüzden de yarattığı karakterlerde sürekliliği sağlamak konusunda hassas davranıyor. Kalın hatları seven, siyah-beyaz dengesine gönülden bağlı bir çizer Reinhard Kleist. Farklı kamera açılarındansa, okurun hemen kabullenebileceği standart açıları tercih ediyor. Bu da, tam olarak çizgi-roman mantığıyla ilerleyen kitapla sıcak bir ilişki kurmamıza neden oluyor. Sonrasında çevrilsin sayfalar, gelsin macera…

Kitap Castro biyografileriyle tanınan Volker Skierka‘nın önsözüyle başlıyor. Zaten Reinhar Kleist, Skierka’nın danışmanlığında ilerletiyor senaryosunu. Ancak, biraz çizgi-romanını macera üstüne kurmak istediğinden, biraz da belli sahnelere yoğunlaşmayı yeğlediğinden, kimi yerlerde karakterlerin psikolojik derinliğine inmiyor. Neden-sonuç ilişkisi duyma isteği yok. Castro’nun öfkesinin kaynaklarını, kadınlarla olan ilişkilerini çoğunlujla yüzeyde bir yerlerde görüyoruz. Yine de hikayeyi o kadar rahat akıtıyor ki, bir an bile kopmadan bitiyor koca cilt.

Eddy Chibas’ın önderliğindeki Sosyal Demokrat Parti’ye katılışından, Machado’nun diktasına karşı koyuşuna, ünlü 26 Temmuz 1953 ayaklanmasından (M-26-7), “Ben kendimi savunabilirim, ben bir avukatım,” diye mahkleme karşısına çıktığı yargılamaya, Küba Devrimi’nden Domuzlar Körfezi çıkartmasına, koca bir tarih.

Devrim hikayelerinin içinde kimi zaman romantik masallara dönüşmüş sahneler de var elbette; Che ile tanışması, Radio Rebelde yayını, Bohemia gazetesinin Sierra Maestra manifestosunu basışı gibi… Puro, rom ve kadınlar da var; çünkü bu Fidel’in yaşamı.

Castro henüz Türkçeye çevrilmedi. Ama yakın zamanda çevrileceğine inanıyorum.

Ben de bu arada Kleist’in son çalışmasını okumaya hazırlanıyorum: Boxer.

bir yorum bırakın