Aile çay bahçesi… Ailenin öğretilmiş “mutlu ve kutsal” görünümünün ardındaki mutsuzluğu, ikiyüzlülüğü anlatan bir yer. Yekta Kopan’ın yeni romanına bu ismi seçmesi elbette tesadüf değil. Çünkü Kopan kitabında bir aile hikâyesi anlatıyor. Bunu yaparken iki kız kardeşi merkeze alıyor. Psikolojik yapısı ince ince dokunan Aile Çay Bahçesi, Müzeyyen ile edebiyatımıza unutmayacağımız bir karakter armağan ediyor. Kopan, metinlerinde sıradanlığın içinde saklı duran etkileyiciliği bir anda önümüze koyar. Bu huyundan yeni kitapta da vazgeçmiyor. İki kız kardeşin ilişkisindeki sevgisizliği anlatırken onların hayatına sadece fon olmayı seçen bir babanın etkisini romanın finaliyle tamamlıyor.Aile Çay Bahçesi, elleri çamaşır suyu kokan annelerin kızlarının, “utanılacak sayısız anın birikimi olan çocukluğun”, “dünyanın unuttuğu kız kardeşlerin” ve “bitmeyen bir mide yanması olan ailenin” romanı.
Senin benzetmenle başlamak istiyorum… “Aile dediğin şey bitmeyen bir mide yanması.” Romanın temelinde aile var. Yazar olarak bu mide yanmasını anlatmak neler hissettirdi sana?
İkiyüzlülüğün sürekli hale geldiği, nesilden nesile aktarıldığı nokta o kabulleniş noktası. Bunun adına istersen öğrenilmiş çaresizlik de, istersen mahcubiyet duygusuyla sessizleşme de, fark etmez. Sonuçta kabulleniş, aile kurumu içinde başlayan ve oradan bütün hayata yayılan bir şey. Sonuçta açık açık konuşamayan, iletişimsiz bir hale geliyoruz. O kabulleniş atasözlerinden günlük konuşmalara kadar yayılıyor. Kitaptaki bütün özneler bir kabulleniş denizinde boğulduklarının farkındalar. “Kader” diye geçiştirdiğimiz bir deniz o. Müzeyyen’in kaderiyle hesaplaşması da, o kabullenişe itirazıyla başlıyor belki.
Aslında nefretten çok sevgiyi didiklemek istedim. Öyle kolaylıkla söylediğimiz bir kelime ki “sevgi”. Herkes birbirini seviyor, herkes birbirine güveniyor, herkes birbirinde “tam da aradığı insanı” buluyor. Günlük hayatımızda en sıklıkla kullandığımız kelimeler bunlar; sevgi, dostluk, kardeşlik, güven. Bile isteye, içlerini boşaltmak için özel bir çaba harcıyoruz sanki. Bütün duyguların, içlerinde karşıtlarını da barındırdıklarında gerçek olacaklarını hiçe sayarak, günün birinde boğulacağımızı bildiğimiz bir yalan denizinde yüzüyoruz. Sevginin, nefrete bir kol boyu mesafede olduğunu biliyoruz, ama yok saymak işimize geliyor. Zamanla kendi yalanlarımıza inanıyoruz, kurduğumuz sahte duygular imparatorluğunda yaşamaya başlıyoruz. İki kız kardeşin ilişkisi tam da bu nedenle ilgimi çekti. Toplumsal cinsiyet rollerinin dayatmasıyla, o yalanlar dünyasına daha yüksek duvarlarla hapsedilen iki kadının yüzleşmesini istedim. Müzeyyen’in, Çiğdem’le ilişkisindeki yalanlarla ve nefretiyle hesaplaşabilecek kadar cesur olmasıydı ilgimi çeken. Üstelik karşısında da duvarlarını yıkmaktan korkmayan bir kadın vardı. Sevgiyi didikledikçe, üstündeki boyayı kazıdıkça içinde barındırdığı diğer duygularla yüzleşmeye başladım; nefret, öfke, acı, mutsuzluk.
Anlamaya çalıştım. Müzeyyen’in duygularını, kafa karışıklığını, hesaplaşmasını izlerken ben de hep bunu düşündüm açıkçası. Sonuçta bir karakterin özelinde, anlayabilmek için yaptığım yolculuktu bu. Onun hikâyesinde sevgiyle ya da sevgisiz kalmışlıkla atbaşı koşan nefretin yerini anlamaya çalıştım. Kendimdeki nefreti de sorguladım elbette; öfkeyi, acıyı, hayat yorgunluğunu. Sevgisizlikten, öfkeden, yalanlardan yorulduğum bir dönemde bu hesaplaşmaya ihtiyacım vardı. Ama bu hesaplaşma sana cevapları getirdi mi dersen, susar kalırım…
Karakterlerin iç dünyasını merak ediyorum. Olay örgüsü içindeki davranışları, kararları, sözleri bana sadece dünyayla kurdukları ilişkiyi anlatıyor. Benim onlarla kurduğum ilişki yaptıklarında değil yapmadıklarında, söylediklerinde değil söylemediklerinde. Yazarken karakterin psikolojisi üstünden bir hesap yapmıyorum. Onu anlamaya çalışma sürecinin kaçınılmaz sonucu bu. Günlük hayatta sözlere, davranışlara, bakışlara o kadar kilitlenip kalıyoruz ki, bunların arkasındaki kaynakları düşünemez hale geliyoruz. “Neden” diye sormaktan korkar hale geldik, rahatımızı kaçırmak istemiyoruz. Oysa ben yazdığım karakterlerle tartışmak istiyorum. Hani az önce, “anlamak” meselesine vurgu yaptın ya, işte en azından bunun için tartışmak istiyorum.
Bence en ağır hesaplaşma geçmiş ile bugünün tartışmasında değil. Çünkü geçmişi anlatırken hepimiz kendi istediğimiz gerçeği yeniden yaratıyoruz; olayları istediğimiz gibi hatırlıyoruz, hikâyemizi akmasını istediğimiz şekilde kurguluyoruz. Geçmiş dediğimiz bıkıp usanmadan çoğalttığımız bir yalana dönüşüyor. Hayatımıza giren her yeni kişide, yaşadığımız her yeni olayda bir kez daha kurguladığımız, zamanla kendi yalanlarımıza inanır hale geldiğimiz bir hikâye. İşin garibi, bugünümüzü de o hikâyenin ışığıyla aydınlatmaya çalışıyoruz. Aslında hesaplaşmaya cesaretimiz yok. Kişisel olarak da toplum olarak da. Yalanlardan mürekkep bir yarınla, bugünü anlamaya çalışmanın yorgunluğu var üstümüzde. Öyle ikiyüzlü, kibirli bir hikâyenin peşine takıyoruz ki bugünü, dengesini kaybediyor. Zaten o ince ipin üstünde yürüyecek hali yok zavallı bugünün. İşte asıl ağır hesaplaşma o noktada devreye giriyor kanımca; yalanlarla bezediğimiz şimdiki zamanın, gelecek zamanla hesaplaşması. Hayatla ilişkimizde, davranışlarımızda hep bu gerginlik var bence; dün ne olduğunu değil, böyle bir dünle yarına nasıl yürüyeceğimizi anlamaya çalışıyoruz.
Haklısın, aynı nokta. Dün, bugün, yarın… Hamlet’in, babasının hayaletiyle yaptığı konuşmadan bir cümle var burada: “Açıklamam yasak olmasaydı eğer yaşadığım zindanın sırlarını, öyle şeyler anlatırdım ki sana, tek kelimesi aklını başından alır, kaynayan kanını donduruverirdi,” der babanın hayaleti. Geçmişi hikâyeleştirirken ya da bir başkasının geçmişten gelen hikâyesini dinlerken, aslında hep o “aklımızı başımızdan alacak sırlara” ulaşmak istiyoruz. Çünkü biliyoruz ki, saklandı bir şeyler, sırlar var, yalanlarla örttüklerimiz var, kendimizi kandırırken zamanla inandıklarımız var. Üstelik bütün bunların yükünden kurtulmaya ölüm bile yetmiyor, bir hayalet bile yaşadığı zindanın sırlarını açıklamak konusunda dürüst davranamıyor. Müzeyyen’in de tek istediği o cümleye, yalanlarla bozulmamış gerçeğe ulaşmak. Sanki biri çıkıp, bir cümle fısıldasa hesaplaşmasını tamamlayacak. Nefretini, öfkesini, mutsuzluğunu anlayacak. Babası, Çiğdem, Hayriye Hanım, mezarlık bekçisi, sitenin bakkalı… Kim olursa. Yeter ki, bir kişi en az kendisi kadar cesur olsun. Belki bütün bunları anlatırken, ben de o cümleyi arıyorum. Ölümle hesaplaşamıyoruz. Öfkemiz de nefretimiz de bundan biraz. Yarından korkuyoruz. O korku bizi yarınsız bırakıyor.
Aslında soruda seçtiğin kelime bile iç acıtıcı: Kadınların kaderi. Kim belirliyor bu kaderi? Toplumsal cinsiyet rollerinin repliklerini kim yazıyor? Tanımlamaların arasına kim sıkıştırıyor? Bütün bunların konuşulacağı dilin yapısını kim belirliyor? Dünyanın bütün fiilleri özür dilemeli kadınlardan; erkeklerin sözlüklerinden fırlama hepsi. Anlatmak ve göstermek istediğim değil, anlamak ve görmek istediğim şeyler olabilir burada. Ama ne yaparsam yapayım anlayamadığım, nereye bakarsam bakayım göremediğim şeyler. Müzeyyen ve Çiğdem’le yolculuğa çıkmaya biraz da bu yüzden gereksinim duydum. Erkeklerin oyun bahçesi haline gelen bu şiddet dünyasında, bana söyleyebileceklerini dinlemek istedim. Aman sakın yanlış anlaşılmasın, üstten bir bakış değil bu. Sadece ve sadece bir çaba. Anlayabilmek için harcanan bir çaba. Erkek egemen dilin içinde yuvarlanıp dururken ayağa kalkma çabası. Tekrar düşeceğimi bildiğim halde cesaret etme çabası.
En azından bir çaba harcadığını görebilmek için. “Severim de döverim de,” diyen babanın, bir an için kendisine miras bırakılan erkek egemen dilden sıyrılıp anlamaya çalışmasını görmek için. Muktedirin diz çökmekten korkmadığını görebilmek için. Müzeyyen de Çiğdem de kendi bildikleri yolda, o derin kuyunun içine bakmaya, işte bu yüzden cesaret ediyorlar. Erkeklerin dünyasından ruhlarına sızan nefretle hesaplaşmak için, babalarının karşısına çıkmaları gerekiyor belki de. Nefretle hesaplaşabilmek için, yalandan arındırılmış bir dille muktedirin karşısına dikilmekten başka şansımız var mı ki?