Ankara 1993.
O yılın Mart ayında yayımlanmaya başlayan bir dergi hemen radarıma giriyor. Derginin adı Çalıntı. Üstelik Ankara’da ulaşabileceğim bir adresi de var derginin. Bütün dergiler İstanbul merkezli, yolladığım yazıların yayımlandığı oluyor ama “kimseyi görmüyorum”. Oysa o yıllarda biraz da “görmek-görülmek” ve sohbet etmek istiyor insan. Yarın kadrosu çok içine kapalı, beni görecek halleri yok. Yeni Olgu ile kısa süreli bir temasım oluyor. Oturup da sohbet edebileceğim birilerini bulmak istiyorum belli ki.
İlk sayıyı okur okumaz bu dergide yazmalıyım kararını verip Ankara’daki “temas noktasına” gidiyorum. Üstelik bu nokta bizim mahallede. Evime on dakikalık yürüme mesafesinde. Yani bir anlamda mahallemizden çıkıyor dergi. Yüksek sesle konuşan, uzun boylu-uzun saçlı bir çocuk karşılıyor beni. İki satır hoşbeş ettikten sonra ilk yazı için ufak bir “sınav çekiyor”. Bu kararı o anda verdiği çok belli. Fakat sanki otuz yıllık yazı işleri müdürü gibi davranmayı ve tavırlarını “satmayı” çok iyi biliyor. Komik bir herif. “Van Morrison sever misin?” diyor. Bir-iki şarkısı dışında pek bilmediğim, dinlemediğim bir isim. “Severim,” diyorum. “Hah iyi, onun yeni albümü çıktı da, ona bir tanıtım yazarsan iyi olur. Hem bir görmüş oluruz neler yazacağını,” diyor. Bir Van Morrison hayranı olup olmadığından emin değilim ama Van The Man konseri için İrlanda’ya gidecek kadar fanatik bir hayran gibi konuşuyor. İşte Metin Solmaz hayatıma böyle giriyor.
O yazı yazıldı. Bunun için Amerikan Kültür Derneği kütüphanesinde saatler geçirildi, Van Morrison öğrenildi. Gidip o kaset satın alındı (yani yazı için yatırım da yaptım), defalarca dinleyip sözler anlaşılmaya çalışıldı ve 1000-1500 vuruşluk bir yazı çıktı ortaya. Yazı Çalıntı’nın Mayıs 1993 tarihli üçüncü sayısında yayımlandı. Heavy Metal kapaklı sayı, bilen bilir. İyi dergiydi çalıntı. Ne isimler geldi geçti o dergiden. Sevin Okyay, küçük İskender, Doğan Yarıcı, Osman Çakmakçı, Taner Ay, Zühtü Bayar, Merih Akoğul, özlemle (ve onu öldüren hayata öfkeyle) andığımız Nuh Köklü. İlk aklıma gelen isimler bunlar, elbette unuttuklarım vardır. Ama unutulmaması gereken isim derginin bütün kahrını, yükünü, derdini ve en sonunda da borcunu çeken Suat Bilgi. (Çalıntı dergisini ayrıca yazmak gerekiyor)
Metin’le zaman içinde “az görüşmeli-çok görüşmeli” günlere yayılan bir ilişkimiz oldu. Ama temel olarak birbirimizin neler yaptığından, daha doğrusu ne işler çevirdiğinden hep haberimiz oldu. Yıllar sonra bizim Gümüşlük günlerimizin başlaması, Burcu ile Gökçe’nin iteklemesi ve en önemlisi İlyas ile Samed Dünya’nın hayatımıza girişi dostluğumuzu pekiştirdi. Yemeli-içmeli, kahkahalı-didişmeli zamanlarımızı çok özlüyorum. Gökçe’yi çok severim, Metin’le saatlerce sohbet edebilirim ve oğlanlar gerçekten arkadaşım oldular. Ama…
Ama Gümüşlük günlerimiz bitti. Daha doğrusu gençliğimden kalma az sayıda mekandan biri olan Gümüşlük değişti, beni de elinin tersiyle itekleyiverdi. Metin bir telefon konuşmasında bu değişimi savunmuştu sanırım; anlaşamadığımız bir konu. Belki de ben anlatamadım ona bir snoblaşma süreci yaşandığını, şimdi kendi tespit etmiş oldu. Kendisi tespit etmeden ikna olmayanlardandır beyefendi. Zaten Metin’in şöyle bir özelliği vardır; her konuya itirazla başlar. Aynı düşünse bile itiraz eder, hiçbir şey bulamazsa kendisine itiraz eder. O itiraz noktasından merkeze doğru gelir ama terazinin tam dengelenmesine izin vermez, o dengesizlikten ve kaostan yeni başlıklar bulmayı sever çünkü. Metin, itiraz kültürünün ta kendisidir.
Neyse, bizi tüküren Gümüşlük ve Bodrum şimdi de Metin’e yol vermiş. Bunu 28 Haziran’dan Gerçek Gündem’de yazdığı “Bodrum’dan Ankara’ya taşınmak” yazısıyla öğrendik. Şöyle diyor yazısında: “Biz Bodrum’a yerleşirken İstanbul yükselen değerdi. Markaydı. Yeni gezi olmuştu. Herkes biraz şaşkın, ama umut doluydu. Kadim İstanbul mutsuzluğu belki en iyi vakitlerini geçiriyordu. O zaman Bodrum lafı bugünkü gibi dolanmazdı dillerde. Ama Bodrum’a taşınmamız çok havalı gelmişti herkese. Şaşırmıştık. Şimdi Bodrum yükselmeyi bırakın uçmaya başladı. Biz gidiyoruz. Yükseklik korkumuz vardır belki.” Ve sonra da Ankara’ya gidişin asıl sebebini açıklıyor. Bu sebep aslında 9 yıl önce Bodrum’a yerleşirken hatlarını çizdikleri plan dahilinde. İlyas ve Dünya kocaman oldular ve artık Bodrum’a sığmıyorlar: “Bizim göç sebebimiz çok basit. Bodrum’a zaten geçici gelmiştik. Çocuklarımız çocukluklarını doğada, ergenliklerini şehirde geçirsin demiştik. Oğlanlar büyüdü.”
Hemen şuracığa not düşeyim. Bodrum tümüyle kurtulamaz bizden, arada bir yükseklik korkusu falan dinlemez otururuz sahilde, yalıda bir rakı sofrasına. Ama şimdi Solmaz ailesinin dilinde başka şarkı var: “Bekle bizi Ankara” (Türkü gibi değil de, Ankara doğumlu kardeşimiz Joe Strummer’ın Clash’inin sedasıyla ve ska beat’leriyle punk marşı gibi söyleyiniz)
Metin yazısında “Neden Ankara?” olduğunu çok güzel açıklamış. Ben bunu “açıklamak” durumunda kalmasına takıldım daha çok. “Her şeyin” olduğu İstanbul dururken, neden “hiçbir şeyin” olmadığı Ankara? Sabit, saçma ve küstah bir sorudur bu; ciddiye almaya değmez. Benim kafamın takıldığı şey, bu soruyu bir sabit kılan dinamikler. Yazının başında o dinamiklerin ufak bir kıvılcımını yaktım, “Bütün dergiler İstanbul merkezli” derken yani. İstanbul her tür üretimin ticari dinamiklerini yönetir ve bu da onu değerli bir merkez kılar. Ankara’da müthiş bir rock grubu, İzmir’de iyi bir şair, Batman’da nefis bir ressam ya da Eskişehir’de taş gibi bir tiyatrocu olmanız yetmez. Önemli olan bu yeteneklerinizi ve üretimlerinizi İstanbul’daki “piyasaya” göstermenizdir. Müzikten gidelim; örneğin kimse Manchester-Liverpool kıyaslamasını yaparken “piyasa koşullarından” gitmez. O şehirlerin yaşama dinamiklerinin müzikal üretime yansımalarıdır öncelik. Hatta bu coğrafya ve yaşam farklılıkları sayesinde, üretimlerde de yenilikler olur. Oysa Ankaralı bir müzik grubunun tek hayali vardır; şarkılarını İstanbullu bir yapımcıya kabul ettirmek, İstanbul’da “sahne almak”, İstanbul’da albüm yapmak ve hatta “deniz kokan bir şarkı yazmak”. 30 yıldan fazladır İstanbul’da yaşayan bir Ankaralı olarak kötü haberi vereyim; İstanbul’da deniz güzel kokmuyor.
Türkiye önümüzdeki on yıl boyunca hızla kentleşmeye devam edecek. Daha doğrusu, tektip kentleşmeye devam edecek. İstanbul tarzı bir beton-kentleşme on yılda bütün ülkeyi on-on iki kadar “mega-megapol kente” mahkum edecek. Nüfusun büyük bölümü (%80’den fazlası) bu büyük kentlerde yaşayacak. Şu anda her 10 kişiden yalnızca 1’i büyük şehirlerde doğmuş olsa da, nüfusun %60’ı orada yaşıyor. Bu oran önümüzdeki on yılda daha da vahşi bir şekilde yukarı fırlayacak. Coğrafyanın büyüklüğü bir değer olmaktan çıkıyor. Ülkenin tarımdan iyice kopması bu büyüklüğü bir değerden bir külfete dönüştürüyor. O koca şehirlerde sıkış tepiş yaşamaya hazır olun. Tam bu noktada şunu söylemeli; her büyük şehir İstanbul olmasın. İstanbul kendi içinde değerli, bütün sorunlarına rağmen şahane yanları da olan bir şehir. Tıpkı herhangi bir mukayeseye ihtiyaç duymayan Ankara gibi.
Solmaz Ailesi’nin Ankara’ya yerleşiyor olmasına pek sevindim. Ankara’da sohbete oturacak bir kapı daha oldu. Üstelik tanıdığım Metin, orada da rahat durmaz ve Ankara’nın iç değerini artıracak üretimler yapar. O yapmazsa İlyas yapar, Samed yapar. Bir şehrin kendi kültürel değeriyle ve sanat üretimiyle “mukayesesiz” mutlu olmasını sağlar benim arkadaşlarım.
Belli ki Solmaz ailesi ve Metin Solmaz Ankara’ya hazır. Şimdi soru şu: Ankara buna hazır mı?