Müzik çağın karanlığına direniyor

Müzik yazısı yazarken, özellikle de önerilerde bulunmak istediğimde hep tedirgin oluyorum. Birini önerirken birini ihmal ederim, birini hatırlatmak isterken birini unuturum kaygısı bu.

Yine de bazen kendimi tutamıyorum. Ya buradan ya da sosyal medyadan önerilerde bulunuyorum. Şu albümü dinleyin, bu solisti es geçmeyin gibi… Aslında kendi halinde öneriler bunlar. Müziği seveni dinleyen, dinlerken anlamaya-öğrenmeye çalışan birinin sıradan önerileri.

Ama elbette bu alanda üretimde bulunduğum için, “dışarıdan bakınca” sıradan gelmiyor kimilerine. Doğaldır. İki yıldır Allianz Motto Müzik platformunda Noktalı Virgül adını verdiğim bir programı hazırlayıp sunuyorum. Her hafta. Platformun varlığı gereği, ağırlıklı olarak müzik oluyor konu. Konuklarımız da müzisyenler. (Müzik dışına çıktığımız bölümler de var elbette, ama takip edenler bilir ki az sayıdadır bunlar)

Noktalı Virgül’e konuk almak istediğim ama başaramadığım çok sayıda isim var. Bunun nedenleri çeşitli. Öncelikle ayda dört bölümlük bir yayından çok daha hızlı ve etkili bir üretimi var günümüz müzik dünyasının. Konuğa ulaşabilmek, zamanını ayarlayabilmek her zaman kolay olmuyor. Aynı şekilde her an-her şekilde çekim koşulları da oluşmayabiliyor. Bir başka engel de benim kişisel takvimim, bazen denk düşmüyor işte. Bunlar ve tahmin edebileceğiniz başka nedenlerle, her yeni üretime yetişemiyorum. Bazılarını çok istesem de bir türlü konuk alamıyorum. Kimi zaman kanal içindeki başka programlarla bir denge kurmaya çalışıyoruz. Barış Akpolat ve İpek Atcan‘ın programlarına da çok değerli müzik üreticileri konuk oluyor. Ama yine de yetmiyor, biliyorum. Bu konuda söyleyebileceğim tek şey, gerçekten de kanala emek veren herkes çok çalışıyor, elinden geleni yapıyor.

Noktalı Virgül izleyicilerinin kimi memnun programın akışından. Kimilerinin itirazları var. Hatta doğrudan beğenmeyenler de var. Hepsi haklıdır kendi çerçevelerinden. Beğenmediğini öfkeli bir dille yansıtanlar da oluyor, o da normaldir. Öznel değerlendirmelerdir bunlar. Herkes meşrebince yorum yapar.

Bir de “Bu herif de konuk ettiği herkesi yağlayıp yıkıyor” diyenler var. Böyle  düşünenlerin nasıl bir dille yorum yaptıklarını bir kenara koyarak, anlamaya çalışıyorum. Öncelikle kendi çerçeveme bakıyorum. Ben bir üretimde şu sıfatlarla ilgileniyorum: Samimi / dürüst / yeniliğe açık / üstünde düşünülmüş / zihin açıcı /  heyecanlı / -mış gibi yapmayan / çalışılmış… Bu “öznel” değerlendirme sıfatları böyle uzuyor. Dikkat ediniz; “öznel” dedim. Elbette bana “samimi” gelen bir iş, bir başka müzik dinleyicisine “sahte” gelebilir. Elbette benim bu nedenlerle “yağlayıp yıkadığım” bir müzik üreticisini, bir başkası “kire çamura bulamak” isteyebilir. Bunlar da öznel tercihlerdir. Nasıl ki benim övgüm “mutlak” değilse, bir başkasının yergisi de “mutlak” değildir.

Karar müzik dinleyicisine ve zamana aittir. Müzik dinleyicisi bireysel olarak kararını verir, kendi düşünsel damarlarıyla değerlendirmesini yapar. Zaman ise bütün sanat yapıtları için belirleyici bir değişkendir. Kimi üretimler zamana yenik düşer, kimileriyse “şimdiki zaman kipini” aşar.

Bu yazıyı yazma nedenim kişisel tercihlerimi anlatmak ve deyim yerindeyse aklamak değil. Geçenlerde okuduğum bir yazı, birini az birini hiç tanımadığım iki ismi buluşturuyordu. Bu isimlerden biri çalışmalarını ilgiyle takip ettiğim müzik üreticisi Can Kazaz, diğeri de okuduğum yazıyı kaleme alan Tuğçe Yapıcı. (Tuğçe’yi sektörüdeki çalışmalarından biraz tanırım, Can ile henüz tanışma şansım olmadı. Dilerim çok yakında olacak)

Tuğçe, birbabaindie‘de Can Kazaz’ın yeni albümü “Sürsün Bahar”ın lansman konseri için bir yazı yazmış. (Yazıyı merak edenler buraya tıklayabilir)

İlgiyle okudum yazıyı.

Sevdiğim bir albümün içeriğine de, onun ilk sergileniş gecesine de samimi bir dokunuş vardı yazıda. Ana akım medyanın “fırtınalar estirdi, bomba gibi düştü, yıktı geçti, ilgiyle izlendi vb.” dilinden uzak, daha başta “dilim döndüğünce anlatacağım” kaydını düşmekten çekinmeyen, “öznel” olmakla “ezber” tekrarlamak arasındaki farkın ayrımına varmış bir yazıydı karşımdaki. Bu yazının içeriğine isteyen katılır, istemeyen katılmaz. Tıpkı benim programımdaki sohbetin havasına-yapısına katılıp katılmayacağı gibi.

Benim derdim bu değil.

Benim derdim, müzik yerinde durmazken ve yeni bi şeyler anlatmaya çalışırken, onun hakkındaki konuşmaların-yazıların hala “ezber”den gelmesi ile ilgili. Tuğçe’nin yazısı bu ezberi bozan yazılara sadece bir örnek. Aynı şekilde takip ettiğim, hayranlıkla izlediğim bloglar (Artemis Günebakanlı ve Manyetik Band adını anmalıyım), radyo programları (Hakan Tamar olmasa halimiz nice olurdu), gazete yazıları (Murat Beşer‘den öğrenceğimiz çok şey var), YouTube işleri (Murat Meriç‘in plaklarıyız) var.

Artık dinleyicinin de o “ezber” dilinden konuşmayı bırakması gerekiyor. Sadece överken değil, olumsuz eleştiriler yaparken de.

Müzik çağın karanlığına direniyor.

Bu direnişe, karanlığın diliyle gölge düşürmemek de biz dinleyicilere düşüyor.

bir yorum bırakın