Siyasetin huzurunda diz çökenler korosu

Nuri Bilge Ceylan, “Kış Uykusu” ile Cannes Film
Festivali’nde Altın Palmiye ödülünü ve yumruğunu havaya kaldırdı. Dünya
sinemasının en önemli ödüllerinden biri. Belki de en önemlisi.
NBC ödülünü gururla kucakladığında, Türkiye basını yanında
değildi. Birkaç isim, kişisel çabasıyla dünyanın merceği altındaki haberi
izlerken, basınımız konuyu “yeterince popüler” bulmamış olsa gerek, uzaktan
izlemeyi yeğledi. “Yalnız ve güzel ülkenin” ayakta alkışlanan yönetmenini
“yalnız” bıraktık.
“Bu konuda sınıfta kaldık, orada olmalıydık,” diyen basına
en güzel cevaplardan birini filmin başrol oyuncusu Haluk Bilginer verdi: “Siz
zaten Gezi’de de yoktunuz!”
Birçoğumuzun göğsünü kabartan bu başarı için “Nuri Bilge’nin
Cannes lobisiyle arası iyi olmasaydı, gelmezdi o ödül,” diyenler de çıktı.
Fazıl Say, müthiş eserlerle dinleyicisinin karşısına çıktı
bu yıl. Hermias efsanesinden esinlendiği “Yunus Sırtındaki Çocuk”, “Sait Faik’i
Hatırlamak”, Serenad Bağcan ile “İlk Şarkılar” ve dahası…
Günümüzün en önemli bestecilerinden biri olarak kabul gören
Fazıl Say, böylesine verimli olduğu bir yılda, Antalya Piyano Festivali’ndeki genel
sanat yönetmenliğinin elinden alınması ve eserlerinin CSO programından
çıkarılması ile anıldı.
Doğudan batıya bütün dünyanın kucakladığı sanatçımıza bizim
hediyemiz yasaklar ve sansür oldu.
Say’ın ve sanatının yanında duranlar çoktu ama “Bu Fazıl Say
da çok konuşuyor yahu,” korosu bir köşede şarkısını söylemeye devam etti.
Orhan Pamuk, altı yıl aradan sonra “Kafamda Bir Tuhaflık”
romanıyla okurlarıyla buluştu. Yakın tarihimiz üstüne derinlikli bir okuma
olanağı veren kitap, aynı zamanda roman sanatının dinamiklerini sarsan
yapısıyla da dikkat çekti.
Kitap çıktıktan sonra Orhan Pamuk, romanın içeriğinden çok
verdiği-vermediği siyasi mesajlarıyla gündeme getirilmek istendi. “Orhan Pamuk
romanlarını bize değil, batıya yazıyor,” cümleleri kitabı sevenlerin bile
ağzından düşmedi.
Kime kimseyi sevmek, sanatsal üretimini alkışlamak zorunda
değil. Sağlıklı bir eleştiri kurumu sanatın ve sanatçının da istediği bir şey.
Ama böylesi söylenmeler, kültür-sanat ortamını karartmak, kültür-sanat
haberciliğini popülist bir cendereye sokmak isteyenlerin ekmeğine yağ sürüyor
sadece. Akademik değerlendirmelere, nitelikli ve nesnel eleştiri kurumuna,
yargılamadan soru soran kültür-sanat haberciliğine ihtiyacımız var. Yoksa
dedikodu kazanında, gittikçe koyulaşan bir bulamacın içinde boğulup gideceğiz.
Kaan Müjdeci, ilk uzun metraj filmi “Sivas” ile Venedik Film
Festivali’nden Jüri Özel Ödülü ile döndüğünde “Aslında sinemacı değilmiş,”
yaygarası koparanlar, filmden çok yönetmenin ve eleştirmenler özel ödülü alan
başrol oyuncusu Doğan İzci’nin kişisel hikayelerine odaklanmayı seçtiler.
Lars Von Trier imzalı “Nymphomainac (İtiraf)” sansüre
uğradığında, “Bu Lars Von Trier denen ırkçı, işi iyice pornoya vurdu,”
diyenler, sansür karşıtlığının ilkesel bir duruş olduğunu hiçe saymaktan
çekinmediler.
Miro sergisi için söylenecek söz önceden hazırdı zaten.
Picasso’dan Rodin’e bütün sergilerin ezber cümlesi devreye girdi hemen: “Önemli
eserlerini getirtememişler, sıradan bir sergi işte…”
Rock müziğin efsanesi Neil Young unutulmaz bir konser
verdiğinde “Adam iyi de, sürekli seyirciye arkasını dönüp çaldı,” takımı
tezahürata başlamıştı. İstanbul için bir şarkı yazan Morrisey için söyleyecek
söz bulamayanlar “Yahu baba çok kilo almış be!” diyerek sıyrıldılar işin
içinden.
Bu coğrafyaya “saydırmak” yeterli gelmeyince dünyaya da
uzandı diller. Yıllar sonra, Rick Wright hayattayken yaptıkları stüdyo
kayıtlarından bir albüm oluşturduklarını dürüstçe söyleyen Pink Floyd bile
nasibini aldı: “Bu ne be, babalar resmen asansör müziği yapmışlar!”
Altın Portakal Film Festivali sansür fırtınasıyla
savrulurken, Şinasi ve Akün sahneleri satılırken, Şehir Tiyatroları Genel
Müdürlüğü’ne güreş hakemi, zabıta müdürü ve İETT yöneticisi Şevket Demirkaya
atanırken, Devlet Tiyatroları oyuncularına Yunus Emre, Mevlana, Tolstoy, Puşkin
kıyafetlerinin özel bir davet için giydirilmesine kurumdan “Karışmayın
işimize,” açıklamaları gelirken bile detone notalar duyuldu ama neyse ki bu
konularda daha net bir ses birliği sağlanabildi.
Elbette, kültür-sanat olaylarında teksesli bir şarkı beklemiyor
kimse. Farklı görüşler, farklı sesler olacak. Olmalı. Bu sesler, birbirlerini
dinleyecek. Ancak farklı sesler ile kültür-sanatı karanlığa hapseden,
yalnızlaştırmak isteyen ve siyasi iktidara biat eden sesleri birbirine
karıştırmamak gerekiyor.

Siyasetin önünde diz çöken seslerin, özgürlükçü bir
kültür-sanat ortamının şarkısında yeri yok.

bir yorum bırakın