“Sakın Oraya Gitme” raflarda artık… Radikal Kitap Eki’nin 4 Kasım 2016 tarihli sayısı için, Adalet Çavdar ile bir söyleşi yaptık. Öyküleriniz kelimeleri ve anlamlarını dert ediniyor. En çok da özgürlük kavramını galiba. Bunun nedeni dünyanın, ülkenin bu haline tercüman olacak bir dil arayışı mı? İlk kitabımdan bu yana, bütün yazı hayatım boyunca hesaplaşmak ve sorular sormak istediğim bazı meseleler var. Bunlardan biri iktidar kavramı; kimi zaman baba-oğul ilişkisinden, kimi zaman aile içi ilişkilerden, kimi zaman da daha üst bir iktidar…
Can Yayınları
Yeni bir kitabın tamamlanması süreci… Kendime not düşüyorum. 19 Ağustos’ta “Yakında” demişim. O günden bugüne durmadım. Yaklaşık iki yıl boyunca biriktirdim. Yazdım, not aldım, düşündüm, didiştim, yırttım, yeniden yazdım. Yaz ayları süresince bitiş çizgisine yaklaşıyor olmanın heyecanıyla hızlandım. Son düzlüğü görünce de “depar attım”. Sonunda bitti. Yeni bir öykü kitabı. On iki öykü. Yayınevi okumaları, editör çalışması… Hepsi bitti. Kapağı tasarlandı, arka kapak yazısı yazıldı. Ağustos ayında bir dilek olarak “Yakında” demiştim. Şimdi o dileği gerçeklemiş bir yazar olarak “Yakında”…
Sanatın, edebiyatın insan ayıklayan bir yanı da var sanki. Erdal Öz’e ait bir cümle bu. 15 Eylül 1956’da yazmış. Günlüğüne. 21 yaşındayken. Sanata ilgisiz kişilerin dostluklarını da sevmiyorum, diye başlamış o tarihteki notlarına. Çok düşünmüşümdür bunu. Benzer bir bakış açım var dostluklarımda. Sanata ilgisiz insanlarla sohbetlerimde, dostluklarımda bir tıkanıklık olur her daim. Sıkılırım. Bir noktadan sonra ben de sıkıcı bir adam dönüşürüm. Bir tiyatro oyununa, el yapımı bir bibloya, oynak bir türküye, başucu kitabı olmuş bir romana, sokak ressamının boyadığı…
Her yaz aynı şey… “Yaz için okunacak kitaplar listesi” meselesi… Tembel bir dergicilik ya da gazeteciliğin her yıl tekrar eden ezberi. Arada bir bana da soruyorlar, sağ olsunlar. İnatla şu işi mevsime göre haberleştirmeyin demeye gelecek birkaç kelime geveliyorum. Sonra da ayıp olmasın diye birkaç kitap adı veriyorum. Bazen bu listelerden affımı rica ediyorum. Bugüne kadar böylesi listeler konusunda üzdüğüm-kırdığım gazeteci arkadaşım olduysa affola… Ama, siz de bana hak verin. Yaz kitapları ne demek bilmiyorum… Öğrenmeye de niyetim yok. Mevsimi…
Kısa ve sarsıcı bir roman olan Kibritleri Çok Seven Küçük Kız okurunu faşizmle yüzleştiriyor “Kardeşimle ben kâinatla baş etmek zorunda kaldık, çünkü baba bir sabah, daha gün ağarmadan, ruhunu sessizce teslim etti.” Çarpıcı bir giriş cümlesiyle başlıyor Kibritleri Çok Seven Küçük Kız. Gaétan Soucy’nin romanı 1998 yılında yayınlandığında, edebiyat dünyasının büyük bir kısmı tarafından ayakta alkışlanmış ve okurlar arasında da heyecan uyandırmıştı. Daha ilk paragraf bitmeden farklı bir hikayeyle ve dünya algısıyla karşı karşıya olduğumuzu anlıyoruz: “Kardeşimle bana parçalanıp dağılmamamız…
İnsanlık savaşlarla, yıkımlarla, kibirle, hırsla yarattığı anafora çekiliyor her geçen gün. Nefes alamıyoruz. Boğuluyoruz. Bir parça huzurlu gökyüzü, bir parça kirletilmemiş toprak için kaçmaya, başka coğrafyalara, hatta başka hayatlara sığınmaya hazırız. Hayatın sıkıcı rutininden kaçıp kendini ait hissettiği topraklara dönmeye karar veren George Bowling’in hikayesi yıllar öncesinden gelen bir Orwell romanında karşımıza çıkıyor. Yazarın çoğu kitabında olduğu gibi zamansız ve her dem taze. Üstelik – yazarın kahramanına bilge sözler söyletmeye çalıştığı yerler dışında- sıkıcı olabilecek bu konu, tam bir İngiliz…
Aslında başlık farklı olabilir. Sadece edebiyat sevgisi demek yetersiz çünkü. Sevgi, inanç, çalışma azmi, hayat mücadelesi, paylaşmak, çoğaltmak… Daha başka şeyler de söylenebilir. İspanyol edebiyatının en önemli isimlerinden Miguel de Unamuno‘nun öyküleri Yaman Adam adıyla Can Yayınları’ndan yayımlandı. Hem de Behçet Necatigil‘in klasik çevirisiyle. Farklı bir önerim olacak… Kitabı ister alırsınız ister almazsınız. Ama ne olursa olsun, girin bir kitapçıya, alın kitabı elinize ve Ayşe Sarısayın‘ın “Genişletilmiş Yeni Baskı İçin Birkaç Söz” başlıklı giriş yazısını okuyun. Bu yazıda Necatigil’in 1947’de başlayan…
Kanat Atkaya, 5 Kasım tarihli Hürriyet’teki köşesinde Colombre‘yi yazdı. Colombre… Dünyanın tüm denizlerindeki tüm denizcilerin en korktuğu yaratık. Kurnaz, korkunç, yılmak bilmeyen bir köpekbalığı. Kimsenin bilmediği bir nedenle kurbanını seçen, ömrü boyunca onun peşinden giden ve günü gelince onu ‘yutan’ bir canavar. Belki de yarattığı bu korku duygusuyla, kurbanının aklına ilk düştüğü gün zaten onu ‘yutmuş’ olan Colombre. Hepimiz sırtımızda bir Colombre’yle yaşıyoruz. Kendi canavarımızı kendimiz yaratıyoruz. Boş inançlarımızla, hırslarımızla, öfkemizle, sevgisizliğimize, nefretimizle… Dino Buzzati, bu kısacık öyküsünü İtalya’da faşizmin iyice…
Bir yazar arkadaşımla konuşuyorum. “Çok zor yazmış bu romanı, isteksizmiş ve yayıncısı çok zorlamış,” diyor. Sonra boşluğa derin bir bakış fırlatıp ekliyor: “Zaten hissediliyor o isteksizlik.” Kısa süre önce okuduğum kitapta bir ‘isteksizlik’ hissetmediğim için kendimden utanıyorum. Tanıdığım bir başka yazar “Bilineni tekrar ediyor, artık yeni bir şey söyleyemiyor,” diyor. Belli ki o da beğenmemiş romanı. Nasıl bir ‘yenilik’ beklentisi içinde olduğunu sorduğumda “Kendisini aşmasını bekliyordum, düşünsene on dört yıl sonra bir roman geliyor adamdan,” diye cevaplıyor. On dört yıl…
“Bu kitap, benim kitabım değil,” diyor Sibel Oral. Bu cesur söz aslında kitabın dilinin -anlatı dünyasının da belirleyicisi bir anlamda çünkü Sibel Oral, Roboskî Katliamı gibi kanatıcı ve zorlu bir konuyu ele alırken, kitabı doğrudan kendi kitabı olmaktan uzaklaştıran bir mesafeyi yeğliyor. Zorlu bir karar bu. Tanıklığın en can acıtan hallerinde bile -olabildiğince- öznel kalmaya çalışmak. “Roboskî’yi ezberden anlatıyordum, boşlukta bir yerden… Hiç gitmediğim, katliamdan öncesine kadar adını bile bilmediğim bir yeri nasıl da ezberden anlatıyor, adaletin tecelli etmesini bekliyorlar,…