Yaşam güçlüdür çünkü ölümle beslenir

Bir yazar arkadaşımla konuşuyorum. “Çok zor yazmış
bu romanı, isteksizmiş ve yayıncısı çok zorlamış,” diyor. Sonra boşluğa derin
bir bakış fırlatıp ekliyor: “Zaten hissediliyor o isteksizlik.”
Kısa süre önce okuduğum kitapta bir ‘isteksizlik’
hissetmediğim için kendimden utanıyorum.
Tanıdığım bir başka yazar “Bilineni tekrar ediyor,
artık yeni bir şey söyleyemiyor,” diyor. Belli ki o da beğenmemiş romanı. Nasıl
bir ‘yenilik’ beklentisi içinde olduğunu sorduğumda “Kendisini aşmasını
bekliyordum, düşünsene on dört yıl sonra bir roman geliyor adamdan,” diye
cevaplıyor.
On dört yıl sonra gelen yeni romanın yarattığı
beklentiyi anlayabiliyorum . Ama ‘yeni bir şey söyleme’ kısmı cevaplanmış
değil. Yazma eylemini kutsallaştıranlardan, edebiyata kibir gömleği
giydirenlerden, yazara bir ‘duruş’ biçenlerden olmadım hiç. Yazarının önünde
diz çöken okurlardan hoşlanmadım. Ama daha beteri, okurunun diz çökmesini
bekleyen yazarlar. Kendini beğenmiş biri başkalarını hor görür. Onları küçümser.
Narsisist ise başkalarına fazla değer biçer; çünkü her insanın gözünde kendi
görüntüsünü görür ve o görüntüyü güzelleştirmek ister. Dolayısıyla, bütün
aynalarıyla kibarca ilgilenir.
‘İsteksizce’ yazılan, ‘yeni bir şey söyleyemeyen’
romanların okuru olmakta sakınca yok. Bütün bu eleştirilere kayıtsız bir bakış
fırlatmakta da. Hatta bu kayıtsızlığı bir şenliğe dönüştürmekte de. Okur bu kayıtsızlığı teselli veren
bir dinginlik gibi sorgulayabilir
.
Milan
Kundera’
nın uzun bir aradan sonra yazdığı roman var elimde: “Kayıtsızlık
Şenliği”.
Yüz sayfalık bir roman bu. Roman teknikleri konusunda rapor
veren ‘bilirkişileri açığa düşürecek’
kadar yeni ve özgün bir anlatı.
Anlatıcının
varlığını asla unutturmayan, roman karakterleri ile anlatıcının düşünce
derinliği konusunda kalın sınırlar çizmeyen, bir kurmaca metnin içinde
ilerliyor olma durumunu hayatın şakası haline getiren
bir yazar Kundera.
Hem de bütün bunları yaparken, yoğunlaşmayı-odaklanmayı müthiş ustalıkla
başarıyor. Öyle ki, “ne var şimdi bunda” dedirtecek kadar sıradan ve
her sayfadan sonra sarsacak kadar vurucu.
Varoluşçuluk
ve sonrası bütün düşüncelerin bir mizah kazanında kaynatılmasına cesaret etmek
kolay iş değil. Bütün büyük düşüncelere kepçesini daldırırken, kaçak dövüşmeyen
yazarları soframıza oturtalım. “Alem ne
der?”
kaygısı gütmeden verilen cevaplar, sohbetin omurgasını oluştursun.
Totaliter rejimlerle mücadele eden yazarın,
Stalin
’i romanının karakterlerinden biri olarak seçilmesi boşa değil.
‘Kayıtsız’ kalmayı bir direniş olarak yaşayan dört kahraman, Stalin’in
sahipleneceği bütün düşüncelerin birer antitezi olarak karşımızda. Kayıtsızlığa
güzellemeyi, dünyanın yaşadığı (ve yazarın sadece gözlemcisi olduğu) son on
dört yıla bağlamak yanlış olur. Böylesi bir direnişi tarihsel süreklilik içinde
anlamaya (ve anlatmaya) özen gösteriyor Kundera.
Parantezler gelmeye başladı yazıya. Boşa değil bu
da… Çünkü Kundera,  parantez
içlerini önemseyen
ve anlatının bir katmanı haline getiren usta.
Giderek
hayatın o parantez içlerinden oluştuğunu düşündürüyor insana.
Karakterlerini
öyle özellikler üstünden kuruyor ki, ders niteliğinde.
İşsiz
oyuncu Caliban’ın uydurma anavatan, uydurma dil bölümünü kişisel tarihimize not
düşelim. (İşsiz oyuncu Caliban, başlı başına bir parantez içi değil mi?)
Bir
anavatan seçmekten daha kolay ne var? Ama o vatanın dilini uydurmak, işte o
zor.
Uydurma
bir dili hazırlık yapmadan, sadece otuz saniye, durmadan konuşmayı deneyin!
Dönüp dolaşıp aynı heceleri tekrar edersiniz ve bir sahtekarlık yaptığınız
hemen ortaya çıkar. Var olmayan bir dili uydurmak, ona her şeyden önce akustik bir
inandırıcılık vermeyi gerektirir. 
Kısacık
bir bölüm. Karakterin vatansızlığı giderek kimliksizliğe ve oradan
dilsizliğe
dönüşüyor. Üstelik okurun kendisini bir deneyin içinde bulmasını
sağlıyor.
‘İsteksizce’ yazılan, ‘yeni bir şey söyleyemeyen’
romanların okuru olmak… Daha ötesi böyle bir hayatın parçası haline gelmek.
Bütün o kibirli cümleleri tarihin boğazına tıkmak. Genel kabul görmüşlüğün
dalgasında sörf yapmayı sevenlere nanik yapmak. Özürcüler ordusuna yazılmak ya
da o ordunun cephesinde sürünmeyi reddetmek. Ölümle beslendiği için güçlü olan
yaşama katlanmak.
“Ah, zavallı, o zaman sen de
özürcüler ordusuna aitsin. Özürlerinle öbürlerinin gönlünü alabileceğini
düşünüyorsun.”
“Şüphesiz.”
“Ama yanılıyorsun. Özür
dileyen kendini suçlu ilan eder. Ve kendini suçlu ilan edersen, öbürünü, sana
hakaret etmeye, herkesin önünde ölümüne kadar, seni ifşa etmeye cesaretlendirirsin.
İlk özrün kaçınılmaz sonuçları işte bunlar.”
“Doğru. Özür dilememek lazım.
Bununla birlikte, insanların, istisnasız hepsinin, gerekmese de, sebepsiz yere,
abartılı biçimde özür dileyeceği, herkesin özürden bıkacağı bir dünyayı tercih
ederdim.”

Not: İtalik cümleler Milan Kundera’nın “Kayıtsızlık Şenliği”
romanından alınmıştır. Çeviren: Ayça Sezen. Can Yayınları 2015

bir yorum bırakın