Erdal Abi, Tanıştığımız günü çok net hatırlıyorum. Seni ilk gördüğüm gün demiyorum ama, tanıştığımız gün diyorum. Hani elinde şipşak bir fotoğraf makinasıyla odaya dalıp “Bak bana bakayım,” dediğin o gün. Tuhaftır, yüzümdeki şaşkın ifadeyi yakalamak için söylediğin o söz, bizim abi-kardeş ilişkimizi anlatan söz gibiydi. Aramızdan ayrıldığın 2006 yılına kadar ben hep “baktım” sana. Baktım ve görmeye, anlamaya çalıştım. Yazdıklarını tanışmamızdan önce okumuştum. Öykülerinin sokak aralarında uzun yürüyüşler yapmış, Gülünün Solduğu Akşam ile dik durmanın tanımını yazmıştım. Konuşmuştuk bunları zaten….
Edebiyat
Bir eleştiri yazısı övebilir de, yerebilir de. Bu uçlara gitmeyip, sadece sorgulamakla da yetinebilir. Ya da eleştirdiği eserin önermeleri üstünden yeni bir tartışma başlatmak amacında olabilir. Zaten iyi bir eleştiri yazısı bütün bunların toplamından oluşur. Kaynaklarıyla, göndermeleriyle, bakış açısıyla, dil kullanımıyla, üslubuyla. Sonuçta, çoğuna göre, eleştiri yazısı da edebi bir üründür. Yıllardır kitap tanıtım yazıları yazıyorum. Altını çizerek bir kere daha söyleyeyim: Kitap tanıtım yazıları. Bu yazılara “eleştiri” demeyi bir gün bile düşünmedim. En fazla içinde eleştirel cümlelerin, referansların ve…
Büyük sözleri sevmem. Ama arada bir köşeye büyükçe bir söz koymak gerekiyor. Philip Glass biyografisi Müziksiz Sözler‘i okurken öyle bir söz geçti aklımdan. Şöyle düşündüm: “Bu kitabı okumamış biriyle yapacağım müzik sohbetinin bir bacağı kısa kalacaktır.” Abartısını bir kenara koyacak olursak yerinde bir söz bence. Ama eksik. Eksiklik nedeni kitabın katkısını müzikle sınırlı tutmam. Oysa kitap, özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki bütün sanat hareketlerine, siyasi gelişmelere ve edebiyata kapısını açıyor. Bilenler bilir, Raymond Carver‘ın bende özel bir yeri vardır. Çağdaş…
Yıl boyunca çok sayıda çeviri kitap okuyorum. Bazıları hakkında tanıtım yazıları kaleme alıyorum. Bu yazılarda kitabın çevirmenini de anmayı unutmuyorum. Bu değerlendirmeyi yaparken, kitabın Türkçedeki okunurluğu, anlaşılırlığı, yazarın kurduğu dünyanın dildeki yansıması, üslup bütünlüğü ve sürekliliği gibi noktalara bakarım. Bir çevirinin “iyi-kötü” olarak tanımlanması, kendi dilimdeki bilgimle başlar. Sonra tanıtım yazısına birkaç sözcükle yergilerimi ya da övgülerimi yazarım. Övgü sözcükleri bellidir; mükemmel, başarılı, akıcı… Edith Grossman’ın YKY tarafından yayımlanan Çeviri Neden Önemlidir? adlı kitabını okuduktan sonra bunun sığ bir yaklaşım…
Lümpen Roman, Roberto Bolano‘nun ölmeden önce yayımlanan son romanı. Onun bize vedası bir anlamda. Kısa ama vurucu bir veda. Peki bu romanı vurucu kılan ne? Bolano’nun sakin ve cesur dilinden ötede duran bir nokta var. Kitabın anlatıcısı ve diğer karakterleriyle, okurun arasındaki duygusal makasın kapanmasına izin vermeyen soğukkanlı üslup. İsimsiz ve geçmişsiz karakterlerin, bugünsüz ve yarınsız sürüklenişlerine an be an ortak olmamızı sağlıyor. Ama bir adım ötesine geçirmiyor okurunu. Kitabın isimli ve geçmişli tek karakteriyse, ana karakterimizin kilidinin açılmasını sağlayan…
“Sepetin dibinde unutulmuş bir patates gibiyim. Çürüyorum.” Zeynep Kaçar‘ı uzun yıllar öncesinden tanırım. Doksanlı yılların ortalarıydı. Kolektif bir üretimin içinde tanıştık. Boş sohbetlerin, zaman öldüren kahkahaların, popüler evren kurallarının işlediği bir ortam. İkimiz de gençtik. Para kazanmak için elimizden geleni yapıyorduk. O ortama uyum sağlayamayan “sakil” duruşumuzdan tanıdık birbirimizi. Bilen bilir; yabancı yabancıyı bakışından tanır. Hiçbir zaman çok samimi olmadık. Zaten öyle ortamlar gerçek samimiyetlere izin vermez. Bizim de bunun için fazladan güç harcayacak isteğimiz yokmuş demek ki. En azından…
Yayıncılık dünyası hala Sabahattin Ali-Kürk Mantolu Madonna konusuna, satış rakamları üzerinden şaşırmaya devam ediyor. Elbette sevindirici şaşkınlıklar bunlar. Çünkü Kürk Mantolu Madonna hala çok satanlar listesinde. Hatta İçimizdeki Şeytan da yeni baskılar yapmaya başladı. Benzer bir durum Can Yayınları tarafından yayınlanan bütün George Orwell kitapları için de geçerli. 1984 ve Hayvan Çiftliği elbette açık ara önde gidiyor ama diğer Orwell kitapları da oldukça iyi satıyor. Marquez, Camus, Kafka, Steinbeck ve başka isimler de var bu listeye eklenebilecek. Peki nedir bu…
1875’de bir hancının oğlu olarak Viyana’da dünyaya gelen Ernst Bellmer, kitapları çok seviyordu. Eline geçen her şeyi büyük bir hevesle, hatta hırsla okuyordu. 18 yaşına geldiğinde kendisi de yazmaya karar verdi. Birkaç yıl içinde en az 50 hikaye ve bir roman yazdı. Her şeyi yazıya dökme hastalığına, yani ‘grafomani’ hastalığına yakalanmıştı. Ama onu sona götüren bu hastalık değil, daha da bibliophagy oldu; Bellmer bir kitap kurdu idi, yani kitapları yiyordu. Ona göre kelimeler kağıda döküldükten sonra mideye indirilmediği sürece tamamlanmış…
Aile Fotoğrafı, Kerem Görkem‘in ilk kitabı. 2016’nın Mayıs’ında Sel Yayıncılık etiketiyle raflara çıkmış bir roman. Canım Sel Yayıncılık. İyi ki varsın… Uzun süredir okunmayı bekliyordu bu kitap. Bir türlü başlayamadım, oysa hakkında olumlu sözler duymuştum. Sonra bir gece pikaba Golden Hour of Donovan plağını koydum. Alım elime Aile Fotoğrafı‘nı. Çevirdim ilk sayfayı. Hikaye böyle başladı. Tuhaf bir buluşma, diye düşündüm önce. Masamda uzun süredir bekleyen kitabı, bu albümün melodileri çağırmış olamazdı. Sonra plağın kapağına baktım. Puzzle parçalarından oluşmuş bir Donovan…
Dünyanın midesi bulanıyor. Sonunda hepimizi kusacak. Hepimizi. Ayrım yapmadan. İnsan eli değen her yere bulaşmış kötülüğü temizlemekle uğraşmadan. Buna tahammülü yok artık. Bunca öfkeyi, bunca nefreti, bunca vahşeti taşıyacak hali kalmadı. Ağzından köpükler saçan insanlığı, o salyalarda boğacak. Öylesine yorduk ki dünyayı… Umut var mı? İsteyen “sevgi kelebeği” desin, isteyen salak… Bence her zaman umut var. Yaşamak hala ve her şeye rağmen güzel. Dünyanın yorgunluğunu alıp, onunla yeniden mutluluk sofrasına oturmak mümkün. Bu umutla oturuyorum her gün defterin başına. Yeniden….