Bozkır yalnızlıktır

Erdal Abi,
Tanıştığımız
günü çok net hatırlıyorum. Seni ilk gördüğüm gün demiyorum ama, tanıştığımız
gün diyorum. Hani elinde şipşak bir fotoğraf makinasıyla odaya  dalıp “Bak bana bakayım,” dediğin o gün.
Tuhaftır, yüzümdeki şaşkın ifadeyi yakalamak için söylediğin o söz, bizim
abi-kardeş ilişkimizi anlatan söz gibiydi. Aramızdan ayrıldığın 2006 yılına
kadar ben hep “baktım” sana. Baktım ve görmeye, anlamaya çalıştım.
Yazdıklarını
tanışmamızdan önce okumuştum. Öykülerinin sokak aralarında uzun yürüyüşler
yapmış, Gülünün Solduğu Akşam ile dik
durmanın tanımını yazmıştım. Konuşmuştuk bunları zaten. Çünkü en sevdiğin
şeylerden biriydi edebiyat konuşmak. Yayınevinin merdivenlerinde yakalar “Falanca öykünü okudum, sonuna doğru çok
kendini açık etme gereksinimine düşmüş sanki,” derdin aniden. Sağımızdan
solumuzdan geçenlere bakmadan, merdivenleri işgal etme pahasına dakikalarca konuşurduk.
Ya da bir meyhane masasında “Filanca yazarı okudun mu, ne düşündün?” diye
soruverirdin. Çatal-bıçak sesleri, meze kokuları arasında saatlerce konuşurduk.
Söyleyeceğini söyler, sonra sakince dinlerdin. O yüz ifadeni hiç unutmuyorum.
Açtığın konuyu kolay kolay noktalamazdın, ortaklaşa bulduğumuz her cevaptan
yeni bir soru doğurmayı başarıyordun. Hele ki konu edebiyat, yazmak, dil,
futbol ve dostluk ise…
Kapadokya’da,
bir günbatımında, gözlerini kısarak vadiye bakmış ve “Kalabalık olduğunu, sarılıp
sarmalandığını sanma, hep yalnız olacaksın sen, yalnızlaştıkça ketum olacaksın”
demiştin ve eklemiştin, “unutma, bozkır yalnızlıktır.”
Bakardım
sana. Bakar ve görürdüm. Gördükçe anladığımı sanırdım. Ama boşluklar da vardı.
Anlamlandıramadığım sessizliklerin, kahkahalarla anlattığın bir fıkradan sonra
yüzünü kaplayan hüznün, tuhaf bir anda ortaya çıkan öfken gibi… Bütün o
boşlukları biraz olsun doldurabilmem için, 22 yaşındaki Erdal Öz’le tanışmam
gerekiyormuş. Edebiyata ve aşka teslim olmuş gencecik Erdal Öz’le…
1957 yılında
şair Türkân İldeniz’e yazdığın
mektuplar Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen!
adıyla kitaplaştırıldı Erdal Abi. Bir yazarın ölümünden sonra geride
bıraktıklarının, hele ki günlüklerinin ya da mektuplarının kitaplaştırılması,
herkesin gözü önüne serilmesi aklımı karıştıran bir konudur. Ama bu kitap öyle
değil Erdal Abi. Mektupları bulup çıkaran Can Öz ve kitabın editörlüğünü yapan
Faruk Duman başta olmak üzere bütün yayınevi, o gencecik mektuplara eşi benzeri
olmayan bir madeni topraktan çıkarırcasına özenle yaklaşmış. Belli. Biz
okurlara da, bir aydının kendini bulma sürecini aynı özenle okumak düşüyor.
Mektupların
önüme çokça yol serdi Erdal Abi. Ama beni özellikle ikisi yakından
ilgilendirdi: Aşk ve sanat. Daha 22 yaşındayken aydın olmak ve sanatçı olmak
üstüne ne çok düşünmüş, ne cesur cümleler kurmuşsun Erdal Abi. Sanatçı kimdir?
Dünyayla nasıl bir ilişki kurmalıdır? Aramak-bulmak çizgisinde yürürken “ben”
olma haliyle nasıl bir ilişki kurmalıdır? Sana nesnel olabilir mi, yoksa tümüyle
mi özneldir? Sanat toplumcu ya da bireyci diye ayrılabilir mi? Düzyazı ile şiir
arasındaki ilişki nasıl kurulabilir? Yeni bir dil yaratma çabası nedir? Aydın
olmak sadece bilgi birikimi midir, bir duruş mudur? Kulaktan dolma bileğiyle
aydın olunabilir mi? Çok daha fazla soru sormuşsun, cevaplarını aramışsın
mektuplarında. Gencecik bir şaire, Türkân İldeniz’e hem “abilik” yapmak hem de
biraz “kendini göstermek” istemişsin belli ki… Olur o kadar Erdal Abi…
Körkütük aşıkmışsın belli ki…
Hem aşık hem
umutsuz. Hem kendinden emin hem korkak. Hem üstten bakan hem bir sevgi mektubu
için diz çökmeye hazır. Hem alabildiğince özgürlükçü hem kıskançlıktan ölmeye
hazır. Bütün o sanat-hayat hesaplaşmalarının ortasında, birkaç sevgi sözcüğü
için umut ateşi yakmaya çalışan bir genç.
İlk
mektubunu 17 Kasım 1957’de yazmışsın Türkân İldeniz’e. İki üç günde bir yeni
bir mektup yollamışsın. Sayfalar dolusu yazmışsın, belki cevap gelir umuduyla.
15 Mart 1958’e kadar, yaklaşık dört ay böyle sürmüş. Olmamış ama. Şiirle,
öyküyle, edebiyatla yoğurduğun mektupların, o istediğin doludizgin aşkı
getirmemiş sana. Aylar süren bekleyişini, son mektubunu yazdığın 1 Ağustos
1958’de noktalamışsın. Kendine sevgiden bir evren yaratmışsın, sonra da o
evrenin orta yerine yapayalnız çöküp kalmışsın. Belki de o günlerde
sahiplenmiştin o söze: “Bozkır
yalnızlıktır”
.
Erdal Abi, mektupların
günlerdir elimde. Okudukça okuyorum. Şu yaşımda kendimi anlamam için hâlâ senin
rehberliğine gereksinimim varmış demek. O mektupların yazılışından tam 60 yıl
sonra, yazmak-yaşamak ve sevmek isteyen herkes gibi…
Şimdi
karşılıklı oturabilsek, sohbeti başlatma işini, soruları sana bırakmazdım.
“Anlat bakalım şu mektubun şu bölümünü,” diye girerdim söze. Sanatçının
duruşunu konuşurken kendimizi yıkılmış bir aşk binasının altında bulurduk
belki. Kadehlerimizi “yaşanamamış sevdalara” kaldırırdık. Bir şiiri ezberden
okurken, bir aşkı hiç ezberleyememiş olmanın derdini taşırdık. Belki de o kadar
uzun konuşmazdık. Ne de olsa, bozkır ketumdur.
Nasıl olsa
bir gün oturacağız o sohbete. O güne kadar ben Yaşamayı Nasıl Özledim Bilsen’in sayfalarında kaybolmaya devam
edeyim.
Her daim
sevgi ve saygıyla…
Yekta

Yorumlar (3)

Bana ''Bozkırda açan beyaz gelincik çiçeği gibi narin, beyaz ve eşsiz sevgilim'' dediğim kız arkadaşımı hatırlattı. Ahh ahh. Bu gönülden geçen her kız bir parça kopardı. Geride ortalık darmadağın olmuş bir gece kondu ve yarım kalmış hayaller. Yaktın beni Erdal Abi yaktın.

Keşke daha sık yazabilseniz.Her gün bakiyorum bloğunuza,bir umut!

Efsun

Keşke daha sık yazabilseniz.Her gün bakıyorum bloğunuza,bir umut!
Sevgiler…

bir yorum bırakın