Dün harika bir haber geldi. 18.Sundance Film Festivali’nden gelen haberi, başarının sahibinin mesajıyla aktarayım. Mesaj bu. Üstüne söyleyecek pek söz yok. Tolga Karaçelik imzalı “Kelebekler” Sundance Film Festivali’nden büyük ödülle dönüyor. Ah, özür dilerim… Söyleyecek söz yok mu dedim? Var. Aslında söylenecek çok şey var. Kültür Bakanlığı’nın desteklemeye değer bulmadığı bir filmin uluslararası başarısı üstüne söyleneceke çok söz var. Bakanlık yetkililerinin, önceki filmleriyle başarılar elde etmiş Tolga Karaçelik’i (burada Emin Alper adını da anmalıyız) görmezden gelmeye çalışması konusunda söylenecek bir…
Haber Takibi
Hrant Dink katledildi. Tam 11 yıl önce, bugün. Saat 3’te, gündüz. Şehrin orta yerinde, içimizde. Karin Karakaşlı şöyle demiş Evrensel’e: “Öfke ve kayıp hissi içimi kemirirken, akıl sağlığını tehdit eden bu son dönem gerçeklerine karşı direnmeyi yine ve hep onun bıraktığı hazine sandığı birikimden biliyorum. Her zamankinden de çok hissederek varlığını. Bütün yok edişlere inat.” Yine aynı evrensel haberinde Yetvart Danzikyan “Hrant’ın yokluğunu Türkiye’ye sormak lazım diye düşünüyorum,” diyor ve ekliyor: “Hrant’ın söylediklerine bakarsak, sözleri Türkiye’nin bu durumdan çıkışı için…
130 gün oldu. Turhan Abi 130 gündür tutuklu. Şunları yazdığımdan bu yana 100 gün daha geçti. Kitaplara çok yumuşak dokunur Turhan Günay. Her bir satırın arkasındaki emeği düşünür. Yazmanın zorluklarını bilir. Ama romantikleştirmez kitap-okur ilişkisini. Anlayışlıdır yazarlara karşı. Ama yazıya sevgisi olanla, sevilmek için yazanı hemen ayırır birbirinden. Çalışanı, üreteni, direneni, devineni gözünden tanır. Kirin-çamurun onlara değmemesi için, yollarını nefesiyle temizler gerekirse. Türküleri sever. Ama türkülerin çanına ot tıkayanla aynı masaya oturmaz. Turhan Günay’ın oturduğu masa, dünyanın bozuk zeminine meydan…
Haberi Diken’de okudum. Filmmor’un twitter hesabını takip etseydim, daha erken haberim olacaktı. Yeri gelmişken paylaşayım adresi, hiç değilse siz geç kalmayın. @Filmmor_ Başlık şöyleydi: Kadınlar Vikipedi’ye el atıyor. İçeriği diken.com.tr aracılığıyla aktarıyorum: Mesele şu: Mimar ve editör Yağmur Yıldırım tarafından düzenlenecek bir günlük ‘düzenleme maratonu’nda, yazarlarının yüzde 10’undan azının kadın olduğu Vikipedi’ye madde girişi ve düzeltmesi yapılacak. Etkinlikle hem Vikipedi’deki kadın içeriğinin artırılarak cinsiyet eşitsizliğinin dengelenmesi, hem de konu üzerine gündem oluşturulması amaçlanıyor. Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’nın Fener’de yer alan tarihi binasında…
“Sakın Oraya Gitme” yayınlandı. Artık kitap okura ait. Bu romantik tanımlama, dürüst bir önermeyle oluşuyor. Ama tuhaflıkları da beraberinde getiriyor. Az önce bir gazetenin internet sayfasında, bir tanıtım yazısı okudum. Evet, kitap için yazılmış bir tanıtım yazısı. Yazan kişinin kitabı okumadığı kesin. Arka kapak yazısını bile -tam anlamıyla- okuduğunu sanmıyorum. Öyküleri onun sesiyle duyacaksınız, diyor bir yerde. Ama “Jim Carrey-Sylvseter-Sid” diyerek. Şaşırtıcı değil. Üstelik yaptığım bir işle anılmakta da sakınca yok. Ama manasız. Bir başka cümleyi aynen alıyorum buraya: “Yazmak…
Suna ve İnan Kıraç Kültür Vakfı’nın Tepebaşı için hayal ettiği kültür sanat merkezini hatırlayanlar vardır. Keşke buna ‘hayal’ demek durumunda olmasaydık. Hikayeyi bilmeyenler veya unutmuş olanlar için birkaç hatırlatma yapayım: Suna ve İnan Kıraç Vakfı, 2005 yılında, TRT binasının bulunduğu yere dev bir kültür sanat merkezi inşa edilmesi için harekete geçti. Vakıf, o yıllarda proje için yaklaşık 200 milyon dolarlık bir bütçe ayırdı. Projeyi Bilbao’daki Guggenheim Müzesi’nin mimarı Frank Gehry çizdi. Sırf Gehry’nin böyle bir projeyi çizmesi bile çokça konuşuldu….
O yıllarda gençtik ve şöyle soruyorduk birbirimize: Sen nasıl öldürüldün? Dilek Doğan bir polis operasyonu sırasında göğsünden vurulduğunda 24 yaşındaydı.
Dün Radikal’de “Müzik susmaz, sanat susmaz!” başlığıyla bir yazı yazdım. Yazının hikayesi şudur: Yavuz Çetin’in ilk albümü plak formatında basıldı, Mavi Sakal yıllar sonra bir araya geldi, ben de bunların heyecanıyla yazmaya oturdum. Ama daha ilk satırlarda kendime çeki düzen verme ihtiyacı hissettim. Ülkenin içine sürüklendiği engebeli yollarda hepimiz düşe kalka ilerlemeye çalışılırken, birileri “Müzik sussun!” diyordu. Neden? Çünkü müzik eğlenceliydi. Kimileri müziğin sadece ‘eğlence’ olmadığını, acıdan kahkahaya her duygunun müzikle sarıldığını söylediler. Biraz savunma gibiydi bu karşı duruş. Oysa…
2015 yılında kültür-sanat dünyasında yaşananlara bakınca çok sayıda engelleme, yasaklama, sansür, baskı, hedef gösterme ve dava haberi çıkıyor karşımıza. Siyasetin kutuplaştırıcı diline sahip çıkanlarla, bu dille hesaplaşmaya girenlerin arasındaki makas açığı giderek büyüyor. Başkaldıran sanat, adalet duygusuyla atıyor adımlarını, sadece gündelik siyasetle değil kendi varoluşuyla da hesaplaşıyor. En azından bunu yapmaya cesaret ediyor. Gezi sürecinde vatandaşlığın yeni tanımını yapma çabasını gösterenler, bu cesareti ödüllendiriyor. Kısacası, bütün olumsuzluklara, yasaklamalara, engellemelere karşı sanat ve başkaldıran sanatçı güçleniyor. Kutuplaştırıcı siyasetin öfkelenmesinin ve -kendi…
…başka bir yerde değil. Tam burada. Başka bir zamanda değil. Şimdi. 6-7 Eylül 1955’te… İnsanlığın unutulduğu o günlerde… Bugün, tarihin fotoğraflarına bakın. Kendinizden ve insanlıktan özür dileyecek kadar cesur olun. Bu ayıbın ve utancın parçası olmayın.