İddialı bir söz olacak ama neyse ki iddia bana ait değil. Sadece caz müziğinin değil, yenilikçi ve farklılığa-deneye açık bir çok müziğin öncülerinden biri kabul edilir John Coltrane. Coltrane, kendisi kadar benzersiz dostlarıyla bundan tam 47 yıl önce bu ay içinde, müzik tarihinin önemli kayıtlarından birini yapmış: A Love Supreme. Kadro müthiş: Piyanoda McCoy Tyner, davulda Elvin Jones, basta Jimmy Garrison ve elbette Coltrane. Bu kadro albümün tek canlı performansını, 1965 yazında Fransa’da yapmış. YouTube’dan gelen görüntüler, bu çok özel…
Müzik
Bir süredir döne dolaşa Pink Floyd dinliyorum. Bu dinleme seanslarında olabildiğince Nick Mason’a yoğunlaşmaya çalıştım. Aslında bunu sıklıkla yapmaya çalışırım; iyi bildiğim bir kaydı, sadece bir enstrüman ya da sadece sözler üstünden dinlemeye çalışırım kimi zaman. İyi bildiğim bir bütünü parçalayıp, o parçalardan yeni bir bütüne –ya da yeni bir bütün algısına- ulaşmaya çalışma isteği diyelim. Nick Mason’a odaklanmış bir dinleme isteğinin altında, iyi gazeteci-iyi müzik yazarı-iyi müzik dinleyicisi dostum Zülal Kalkandelen’in Temmuz 2011’de Mason’la yaptığı röportaj yatıyor. Röportajın tamamını…
Geçenlerde Fil Uçuşu‘na Kimbra‘yı konuk edince, bu genç ve delişmen sesi çevremdeki pek çok kişinin sevdiğini fark ettim. Bir başka Kimbra seansını farklı yaşamak için, bu kez Gotye‘nin “Somebody that I used to know” şarkısının klibine gidiyoruz. İlginç klip, farklı şarkı ve Gotye’nin konuğu Kimbra…
Gecenin bir vakti Yiğit Varol aklıma düşürdü Kimbra‘yı. Biletsiz sitesinde “Gözlerden Kaçan 10 Harika Şarkı ve Klipleri” başlığı altında nefis bir liste yapmış. Kimbra da tartışmasız en iyi performanslarından biriyle, Plain Gold Ring ile beşinci sırada yerini almış. (Yiğit Varol’un sitesini ve listesini ziyaret etmek isteyenler için adres: http://biletsiz.com/gecmisten-bugune-gozlerden-kacan-10-harika-sarki-ve-klipleri/ ) Ben de Fil Uçuşu’na bir şarkısıyla konuk etmek istedim bu Yeni Zelanda’lı genç ve kendine özgü sesi. Çoğu kişi gibi benim de kendisiyle tanışmama vesile olan Settle Down gecenin seçimi oldu….
1969 yılında soğuk bir Ocak günü. Londra’nın göbeğinde, Apple Records genel merkezinin bulunduğu binanın çatısında müzik yapan bir grup adam. John, Paul, George ve Ringo’ya müthiş klavyeci Billy Preston eşlik ediyor. Çevre binaların damları, evlerin pencereleri, sokaklar, fareli köyün kavalcısının melodisine takılan kasabanın çocukları gibi bu müzik sesine yönelmiş insanlarla dolu. Bu izinsiz konser polisin müdahalesiyle kesilene kadar, herkes takılmaya devam ediyor. Ne de olsa bu son “takılma”. Fil Uçuşu, The Beatles’a el sallıyor!
• Adana günleri güzel geçti. Derviş Zaim başkanlığındaki jüri, her anlamda verimli çalıştı. Benim için bir sinema kampında olmak gibiydi. Sabah erken kalkış, hafif bir kahvaltı ve ardından gün boyu film izlemek. İçe dönük bir sürecin içinden geçmek. Film boyunca alınan karışık notların, bir otel odasında temize çekilmesi. Sonra uzun süren konuşmalar. Kimi zaman konuşulan filmden çıkıp sanat görüşleri üstüne fikir jimnastikleri. Üstelik çok eğlenceli bir kadroydu. Kısacası, hayatımın en güzel kamplarından birini yaşadım. • Adana dönüşü, iş temposu doğal…
Roger Waters‘ın doğum günü bugün. Benim için bir ilkgençlik idolünün doğduğu gün yani. Dinlediğim ilk Pink Floyd albümünün “The Wall” olması yaşım gereği şaşırtıcı değil. O ilk dinleyişten sonra, dostum Levent Gönenç‘le grubun tarihine derinlemesine bir yolculuk yapmaya başlamıştık. 13-14 yaşlarımızda Pink Floyd dinlemeden geçirdiğimiz gün yoktu. Pompei konserinin videosuna ulaştığımız günü, “The Final Cut” çıktığında Ankara Radyosu’nun kapısında Yavuz Aydar’dan bir iki şarkılık kayıt alabilmek için nasıl nöbet tuttuğumuzu dün gibi hatırlıyorum. Alan Parker imzalı “The Wall” filminin videosunu izlerken…
• 4 Temmuz – 9 Temmuz arası nasıl geçti anlamadım, öylesine yoğundu ki. Ama o yoğunluğu güzel kılan konserler de vardı. 6 Temmuz Çarşamba, Santralİstanbul Kıyı Amfi’deki Jamie Cullum konseri, şakacı bir ağaç gölgesi gibi geçip gitti. Cullum, yetenekleriyle fiziğini, muzipliğiyle lafebeliğini pek iyi kaynaştırmış bir sahne canavarı. Aksamayan bir grupla birlikte hangi notayı ne zaman parlatacağını bilen yaramaz bir çocuk gibi. Tam anlamıyla seyriciyi avucunun içine alıp sürdürdü geceyi. Sonrasında çok konuşulan bir olay, konser sırasında başlayan ezana Cullum’un…
1. Arras, Paris’e iki saat uzaklıkta bir kasaba. Belçika sınırına daha yakın. Zaten kasabanın mimarisinde, yemeklerinde, halkında ve yaşamında da Belçika havası net bir şekilde hissediliyor. Londra’ya da yakın olması festival zamanını daha şenlikli kılıyor. Böylelikle Arras Main Square Festival, sadece Fransızlara değil, bütün bölgeye ulaşabilen bir festival oluyor. 2. Her zaman söylerim; böylesi yoğunluk ve yorgunluğun iç içe geçtiği gezilerde ekip çok önemlidir. NTV’den Gökhan Kalan da benim böyle geziler için en kıymetli dostlarımdan biridir. Ekibin geri kalanı Coca…
• Geçenlerde, bir blogun son güncellemelerini okumadığım için en hafifinden özensizlik ve ilgisizlikle damgalandım. Tanıdıklarımın ya da blogunu takip etmemi rica edenlerin yazdıklarını okumaya özen gösteriyorum çoğu zaman. Ama atladığım, okumak istemediğim hatta okurken sıkılıp bıraktığım da oluyor. Tıpkı, şu anda bu yazıyı okumakta olan birinin, sıkılıp-beğenmeyip bırakma hakkı olduğu gibi. Okurun, özgür irade alanında bırakılmadığı, okumak-eleştirmek ve yorumlamak zorunda bırakıldığı, bunun aksinin kabul görmediği bir durum garip geliyor bana. Kitaplar öneriyorum; buradan, twitter’dan. (Milliyet Kitap Eki’nde yazdıklarıma da, dense…