radikal.com.tr’de 2 Temmuz 2014 tarihinde yayımlanan yazım. Kalemi kıvrak dostumuz Bağış Erten, Radikal Kitap’ın yeni yolculuğunun ilk sayısında, dudağa tebessüm oturtan bir yazı yazmış: “Tatile asla götürülmeyecek kitaplar”. Yıllardır bütün gazetelerin, dergilerin bıkmadan usanmadan yaptıkları “Tatile giderken hangi kitaplar götürülür?” listesine tersten bir bakış. Baştan söyleyeyim, bu soruyu da, bu listeleri de sevmem. Ne götüreceksen götür kardeşim, okumaya isteğin varsa okursun. Bağış Erten’in dediği gibi “küçük burjuva büyük tatilinde” fotoğrafında bir olmazsa olmaz olarak görüyorsan kitabı sen bilirsin. O zaman…
Yazmak
Bir süredir Fil Uçuşu‘na istediğim sıklıkta yazamıyorum. Çeşitli nedenleri var elbette. Ama kendimi bildim bileli, öylesi nedenlerin arkasına sığınmayı sevmemişimdir. Bir konudaki ‘süreklilik’ sekteye uğradığında, kendimi sorgularım. Bir çeşit tembellik hali olarak değerlendiririm durumumu. Bundan kurtulmanın yolunun da daha çok çalışmak olduğuna inanırım. Ama bir başka açısı da var bu durumun. Aklına gelen her şeyi yazan biri olmak da istemem. Bir tür yazı gevezeliğiyle, okuyanları yormaktan da korkarım açıkçası. İşte bu tahterevallinin bir o ucunda, bir bu ucunda inip kalkıyor…
Yazarlar arada bir “yazmak”la ilgili olmazsa olmazlarını kurallar-kanunlar halinde sıralamayı sever. Hem yazmak isteyenlere öneridir bu listeler hem de kendilerinin yazıya bakışı açısından küçük notlar. Ben de bu notları okumayı özellikle sevenlerdenim. Zadie Smith‘in kanunları daha önce dergilerde yayımlandı. Hatta açıkçası Fil Uçuşu’nda da paylaşmış olabilirim. Paylaşmadıysam ilk olsun, paylaştıysam tekrar için affola. İşte Zadie Smith’in on maddelik listesi: 1. Henüz çocukken çok kitap okuyun. Okumaya yaptığınız diğer şeylerden daha fazla zaman ayırın. 2. Büyüdüğünüz zamansa kendi yazdıklarınızı bir…
* Günlüğünü kendiliğinden üçüncü şahıs olarak tutan Bay Rüya, bu yolla kendi davranışlarını daha iyi yargılayabileceğinin ve bunun ötesinde şurada burada kendisini birinci şahısken olduğundan biraz farklı göstererek ifadelerini baharatlandırdığının farkına varır. Sadece bu baharatın sunulan yemeğin tadını mı kaçıracağını, yoksa tadı tuzu mu olacağını bilmek gerekir. Yıllar önce İletişim Yayınları’nın arkası gelmeyen minik kitaplarından birinde, Robert Pinget imzalı “Yazamamak”ta okuduğum bu satırlar sıklıkla aklıma gelir. Yazmak-yazamamak ekseninde fragmanlardan, notlardan, iç döküşlerden ve hatta korkusuzca sabuklamalardan mürekkep kitabın bu satırları,…
Önemli not: Bu yazıyı gerçekten Verdana fontu ile yazdım. Ama blogdaki görüntü birliği bozulmasın diye yayınında Verdana kullanmadım. Böyle yapmak içime sinmedi, ama öbür türlüsü de güzel durmadı. Bu kafa/font karışıklığıyla, buyurunuz yazıya… İlk gördüğümüzde bizi çarpan, etkisi altına alan bir resimle ilgili görüşlerimiz, ressamın adını ve özellikle de yaşamını öğrendiğimizde değişir mi? Bir eserin yaratıcısının özgeçmişi, o esere bakış açımızda ne kadar etkilidir? Söz konusu olan bir kitap, bir resim, bir heykel, bir filmse imzanın etkisinden uzak durmak pek…
Henry Miller, 1934’te yayımlatacağı ilk kitabı Yengeç Dönencesi’ne yazarken (ve bir yandan ikinci kitabı Kara İlkbahar zihninde dönüp dururken) yoğun bir çalışma dönemine girer. Anais Nin’in desteği ve Paris’in entelektüel çevresi iyidir iyi olmasına da, asıl gereken disiplinli bir çalışma takvimdir. Sonunda kendisi için on bir emir hazırlar modernist edebiyatın bu öncü ismi. İşte Henry Miller’ın 1932-1933 yılları boyunca çalışma masasını karşısında asılı duran on bir emir. Henry Miller (1891 – 1980) 1. Bitirene kadar sadece tek bir şey üzerinde…
Babam aklıma düştüğünde, önce okumaya sonra yazmaya sığınıyorum. Çoğunlukla önceden okumuş olduğum kitapları alıyorum elime; yazdıklarımı ise yırtıp atıyorum. Sadece o andaki yalnızlığı seviyorum aslında. Yazmak büyük bir yalnızlık. Yazar bir midye gibi, bir kapandı mı dışarıdan müdahaleler yetersiz kalıyor. Hiçbir din, dogma, ideoloji, angaje etme çabası onu açamıyor. Zaten kendi ruhunun karanlığı ve aydınlığıyla da o zaman yüzleşebiliyor yazar, insan oluyor. Bana bu güzel yalnızlığı kimin hediye ettiğini düşünmüşümdür çoğu zaman. Kendimi ne zaman yazar hissettim? İlkokul ikinci sınıfta…
Sahaf bir edebiyat dergisi. Yazarlarını (şimdilik) tanımıyorsunuz. Çünkü hepsi Reha Alemdaroğlu Anadolu Lisesi öğrencileri. (Editör yazısını saymazsak, son sayısında matematik öğretmenlerinin de bir yazıyla katkısı olmuş.) Son olarak Mayıs-Haziran 2010 tarihli sayısı yayınlanmış durumda. Öykü, şiir, eleştiri, deneme, inceleme ve hatta söyleşilerle dolu 24 sayfalık, saman kağıda basılmış ve Ankara’daki birkaç kitapçıda (Dost, İmge, Turhan) bulabileceğiniz bir dergi. Peki lise öğrencilerinin çıkardığı bir edebiyat dergisinden neden söz ediyorum? Aslında cevap çok basit: “Gençlik kendisi bir yetenektir, çabucak yitip giden bir…
Basit bir merakla imgelerin peşine düşüyorum. Önce kütüphanemde bir tarama yapıyorum. Ardından Google’a başvuruyorum. Yusuf Atılgan’ın fotoğraflarını arıyorum. On taneyi bulmuyor ulaşabildiklerim. Çoğu YKY tarafından basılan kitaplarının kapağında kullanılmış fotoğraflar. Çoğu aynı yıllarda, 70’lerin ikinci yarısından sonra çekilmiş fotoğraflar. Okuduğum her eseriyle beni sarsmayı başarmış bir yazarın, bu kadar az fotoğrafını biliyor olmamıza şaşıyorum. Yazarın görünürlüğü ve yazar imgesinin kitapların önüne geçmesi sıkıntılı bir konu. Yusuf Atılgan’ın fotoğraflarını ararken yine aynı konuyu düşünüyorum. Atılgan’ın (ya da fotoğraf ile arası iyi…
Defterlerle ilişkimin ne zaman, nasıl başladığını elbette hatırlıyorum. Uzun hikâye. Bugünden bakınca söylenebilecek olan, bu ilişkinin giderek artan bir şiddette, hadi kendime anlayışlı davranmayayım, hastalıklı bir şekilde sürdüğüdür. Çocuk yaştaki defterlerimden birkaçı bugüne ulaşabildi. Bir iki yıl önce bu defterlerden birinde, dokuz yaşımdayken cebimde taşıdığım bir defterde, ilk roman denememin notlarını buldum. Demek ki o zamandan bu zaman çalışma yöntemlerim pek de değişmemiş. Her zaman yanımda bir defter taşımışımdır. İçinde sadece notlar, kelimeler, cümleler, fikir kırıntıları değil, gündelik yaşamımın parçaları…