Vicdan

Radikal gazetesinde 11 Haziran 2014 tarihinde yayımlanan yazı.
Artık hepsinin adını ezbere biliyoruz. Uzak akrabaların
adını hatırlamakta zorluk çeken büyükanneler “Ali İsmail,” deyince derin derin
iç geçiriyor. “Ne işi varmış sokaklarda, uslu uslu otursun evinde,” diyenler
bile, tekmelerle öldürülmüş bir delikanlının, bir fotoğrafa hapsolmuş gülüşü
karşısında susup kalıyorlar. Ethem, Ahmet, Berkin ve diğerleri… İktidarların
ölümleri rakamlarla ifade etme tutkusundan sıyrılıp adlarıyla yaşıyorlar
hafızalarımızda.
Ben Bir Slogan Buldum: Annem Benim Yanımda belgeselini izlerken
“otur oturduğun yerde”ci ve “çık sokağa, yürü ön saflara”cı anne-babaların yüz
ifadelerini kıyaslamaya çalışıyorum. Sonra bakışlarım yanlarında oturan
gençlere kayıyor. Çoğunun yüzünden, anne-babalarının  söyledikleri karşısında şaşkınlık
yaşadıklarını okuyabiliyor insan. Hatta anne-babaların kamera karşısında
olmanın getirdiği hafiften rol kesme hallerine bile gülüyorlar. Direniş
günlerinde çokça izlediğimiz Bunu Ben Kırdım Çünkü… sürecin
mizah gücünü bir kere daha hatırlatıyor. Ali: Düşlerinde Özgür Dünya ve Direnen
Sevgi
, izleyeni o günlerin en sarsıcı gerçekleriyle yüzleştiriyor.
Evlatlarını toprağa vermiş annelerin acısı Anne ile karşımıza çıkıyor. Kimi
belgesel direnişe dışarıdan bakıyor, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek gibi
kimileri de içeriden.

Altyazı
dergisinin Haziran 2014 tarihli 140ıncı nüshasının kapak konusu, Senem Aytaç imzalı bir dosya: Gezi’den Sonra. Bazıları geçen yıl
boyunca çeşitli festivallerde gösterilen ama en geniş kapsamlı şekilde 9.İşçi
Filmleri Festivali’nde izleyebildiğimiz Gezi belgesellerine odaklanan yazı,
“tarihin kaydını tutan görüntülerin kaydını tutan yazı” olması nedeniyle önemli
bir iş başarmış. Arşivlik bir dosya, arşivlik bir Altyazı.
Yazıda sözü geçen belgesellerin bir kısmını izleyebildim.
Bir kısmının tanıtım görüntüleri ile genel bir fikir edinmiş oldum. Hepsine
mükemmel diyemem. Kimi hamasi bir dil kullanıyor, kimi tanıdık-benzer
müziklerin ve yavaşlatılmış hareketlerin dramatik gücüne yaslanıyor, kimi sadece
öfke ya da hüzün duygusunu köpürtecek bir kurguyla çıkıyor karşımıza. Ama
sonuçta hepsinin özel bir tanıklık çabası içinde olduğunu söyleyebiliriz. Bütün
bilgi kaynaklarının kurutulmaya çalışıldığı, akıllara zarar bir manipülasyon
sürecinin yaşandığı günlerden delirmeden çıkmanın tek yolu kişisel
tanıklıkların aktarılması ve hafızanın toplumsallaştırılması.
Senem Aytaç’ın yazısını okurken, diğer cepheden bir
tanıklığın mümkün olup olmadığını düşündüm. İktidar cephesinin hayal gücü kıt sanat
yönetmeni tarafından sahneye yerleştirilmiş ‘ayakkabı-deri pantolon-kutu bira’dan
söz etmiyorum. Ya da destan yazan polislerin, görevlerini ne zorluklarla
yaptıklarını göstermeye odaklanmış bir kahramanlık belgeseli değil aklıma
takılan. Parti destekli trollerin sakil kara propaganda görüntüleri de değil
elbette. Gerçekten de kendini iktidar partisinin politikalarına ve yönetim
biçimine yakın hisseden gençlerin bütün bu süreci nasıl yaşadıklarını,
yaşıtları ölürken neler hissettiklerini, kendilerinde ve yaşadıkları toplumda
nelerle yüzleşebildiklerini anlatan ve bunu tarafsızca gerçekleştiren bir
belgesel izleyebilir miyiz acaba?
Hiç sanmıyorum.
Gezi direnişinin hafıza kaydını tutan belgeseller, dilerim
memleketin güzide kurumu TÜBİTAK’ın terazisinde tartılmaz. Montaj demenin
mümkün olmadığı görüntülerde, kefelerden birine vicdanı koymak gerekiyor
çünkü. 

bir yorum bırakın