Bir de Baktım Yoksun: Kaybetmek, Kaybolmak!

Ekim 2009’da yayımlanan kitabım Bir de Baktım Yoksun, 3.baskısını yaptı. Tam da Behçet Çelik’in Notos Öykü’deki eleştirisini okuduğum zamanda gelen yeni baskı haberine çok sevindim elbette. Kendi kitabıma olan ilginin ötesinde öyküye ilgi gösterilmesi memnun ediyor beni. (Yeri gelmişken iki yeni öykücüyü işaret etmek ve Yapı Kredi Yayınları’na bu kitaplar için teşekkür etmek isterim: Yalçın Tosun’dan “Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler” ile Kerem Işık’dan “Aslında Cennet de Yok”.) Yeni baskısıyla, Bir de Baktım Yoksun durağına bir daha gitmek istedim. Özge Ercan‘ın Varlık dergisinin Aralık 2009 sayısında yayımlanan söyleşisini paylaşıyorum. Kitaplara, öykülere ve Bir de Baktım Yoksun‘a ilgi gösteren herkese teşekkür ederim.

– Son kitabınız “Bir de Baktım Yoksun”, mahallenin kedisi Goncagül’ün kaybolmasının ardından öykü kahramanının, onu bulmak için tüm mahalleyi dolaşması ve çocukluk mekanı olan Yeşil Ev’e gitmesiyle başlıyor. Yeşil Ev, Goncagül’ü bulmak için değil de ölen babayla diyalog kurmak, konuşabilmek için gidilen bir mekan sanki. Öykü kahramanın asıl isteği, hayatından çıkardığını düşünse de her an merak ettiği babasına kavuşmak mı?

Öykü kahramanı sadece babasının ve Goncagül’ün değil, karısı başta olmak üzere tüm kaybettiklerinin peşinde belki de. Hatta şöyle diyebilirim, kaybolmuş bir hayatın izini sürüyor. Kaybetmek-peşinden gitmek ekseninde gezen öyküler var bu kitabımda. Peşinden gitmeye cesaretimiz var mı ya da tersten gidersek bu bir cesaret midir sorularının cevaplarını arayan öykü karakterleri gezip duruyorlar satırlarda. Özellikle sözü geçen öyküde, “Sarmaşık” öyküsünde bu eksen çok belirgin. Kişiler, nesneler, sözler, sesler kaybolur ve geriye kalan garip bir arayıştır. Hatta mekanlar bile kaybolur. Hikayenin mekanı Yeşil Ev ile ilgili bir hikaye uydurmuştur anlatıcının babası; sabahlardan bir sabah mahallelinin ağzı bir karış açık kalır, çünkü Yeşil Ev yerinde yoktur. Yeşil Ev’i aramaya giden yedi mahalleli de dönmez bu masala göre. Yeşil Ev, İstanbul’un yedi tepesine yedi kurban vermiştir. Yedi tepede yedi kayıp ruh dolanıp durur derler, diye bitirir baba masalını. “Sarmaşık” bir yönüyle kaybolanlarla peşinden gidenlerin hikayesi. Ama bir diğer yönüyle de bütün kitaba yayılmasını istediğim, karşılaşmaların ilki.

– “Öyledir bilirsin, insan kimi zaman duymak istediğini duyar, görmek istediğini görür.” Kitabınızı okurken baba-oğul ilişkisindeki ince çizgileri, tumturaklı noktalarının izini sürüyor insan. Bir erkek için babasıyla bir türlü “tamamlanamayan” bir ilişki, onunla bir türlü vedalaşamama anlamına mı geliyor?

Baba-anne-oğul-kız ekseninin sadece psikolojik karşılığı değil söz konusu olan, bir de biyolojik süreklilik var. Sizin de dediğiniz gibi “tamamlanmak” diye bir şey yok. Kesin bir veda mümkün değil elbette. Ama şöyle bir şey denebilir: reddederek varolmak. İşte burada sadece psikolojik karşılığı giriyor devreye. Hep söylemişimdir; baba ile oğlun hesaplaşması, benim için varoluşla, iktidar kavramıyla, dinle, Tanrıyla, dogmalarla ve en önemlisi bireyin kendisiyle hesaplaşması anlamını taşıyor.

– “Sayıları severdim, hep sayardım, geçen süreleri, yalnızlıkları, öfkeleri, bitmeyen kavgaları, bağırışları… 1, 2, 3, 4, 5, 6… İki rakam arasında yutkunursan zamana daha çok hükmedebilirsin, seni şaşırtmasını, kandırmasını engellersin…” Sayılarla nefes aldığınızı söylüyorsunuz. Sayılar en çok hangi anlarda imdadınıza yetişiyor? Bir ritim duygusu mu veriyorlar?

Öykü karakteri ile aynı şeyi söylüyorum şu anda; o öykü karakteri gibi ben de severim sayıları. Ama öykünün o bölümünde olduğu gibi gerçek dünyadan kaçıp bir hayal evrenine sığınmak için kullanmam. Aksine gerçeklikle daha iyi bir bağ kurmamı sağlar sayılar. Eskiden, lise-üniversite yıllarında ödevim olsun olmasın elime geçen matematik problemlerini çözmeye bayılırdım. Sonucun doğru çıkıp çıkmamasını önemsemeden, sayılarla oynamak isterdim. Yanlış çıksa da sorun etmez, kendime gidiş yolundan puan verirdim nasıl olsa. Uzun yıllardır oynamıyorum bu oyunu, matematik problemlerinden uzak düştüm. Ama matematiğin büyük tabloyu görme konusunda bana yardım ettiğini düşünmüşümdür hep. Bir öyküyü yazarken de, büyük tabloyu görmek isterim. O öyküdeki dünyayı ne kadar iyi tanırsam, öykünün merkezine yolculuğum o kadar kolay olur diye düşünürüm. Ritim de önemlidir benim için, ama sayılardan çok notalar devreye girer orada. Kimi cümleler bir şarkıyla, müzik parçasıyla hatta enstrüman sesiyle gelir. Kimi cümleler de o sesi, ritmi bozduğu için uçar gider, öyküye demir atamazlar.

– Portebello 22’de, İngiltere’de, George Orwell’i evinin önünde Ahmet Hamdi Tanpınar okurken, kendi gibi karşılaştığı kızın adı da Yekta olan; ilgi alanları da, yaşama bakışı da aynı olan biriyle tanışıyor öykü kahramanı. Edebiyat sevgisi, birlikte yapılan keyifli sohbetlerin ardından da süresiz birbirinden ayrılıyorlar. 6 yıl iki taraftan da bir ses çıkmıyor. Kendimize benzeyen insanlardan kurulu bir dünya dilesek de, neden bize “benzer” insanlarla karşılaştıktan sonra kaçıyoruz? Neden peşlerine düşmüyoruz?

Açıkçası bu soruların cevaplarını arayan bir metin yazmak istemedim. Ben aramam bu soruların cevaplarını, öykü karakterlerimin de arayacağını sanmıyorum. Aramam çünkü genellemelerden hoşlanmam. Kimi benzeriyle bulur mutluluğu, kimi için mutluluk farklılıkların uyumu-buluşmasıdır. Düşündüm de şimdi, benzerlerden kururlu bir dünya ne kadar anlamsız ve boş olurmuş. Belki de öykü karakteri de bu yüzden peşine düşmemiştir Londra’daki adaşının. “Portobello 22”de beklenmedik bir karşılaşmanın izini sürmek istedim. Mekanıyla, öznesiyle, zamanlamasıyla ve yaşananlarla beklenmedik, hatta biraz da imkansız bir karşılaşma. Öykünün kendi gerçekliği bizi şaşırtmasın ama bir yandan da bütün bir olay örgüsü “Hadi canım, ancak filmlerde olur,” dedirtecek türden ilerlesin. Öyküdeki Borges alıntısı bütün bu demek istediklerimi daha iyi karşılayacaktır sanırım. Şöyle diyor Borges “Öteki” adlı metninde: “Ama başka görevlerimiz arasında bizim gerçek görevimiz, evreni, doğmuş olmayı, gözlerle bakmayı ve soluk almayı kabullendiğimiz gibi düşü de kabul etmemiz.” Rüyalar her zaman ilgilendirmiştir beni. Bu kitabın yazıldığı sırada okuduğum Marguerite Yourcenar’ın “Rüya ve Kader” adlı harika kitabı da çok zihin açıcı oldu açıkçası. Zaten oradan da bir söz var kitapta: “Hayatın bize rüya kadar saçma gelmemesinin nedeni alışkanlıktır.”

– Battaniye isimli öykünüz, yanlış kurulmuş, eksik kalmış yanlarla dolu baba-oğul ilişkisine inat, aşkla karışık bir hayranlıkla yaşanan bir baba-kız ilişkisini anlatıyor. Mutsuz bir insan olarak kendini tanımlayan baba, söz konusu kızı Ezgi olduğunda tamamen mutlu, keyifli ve kızına hayran bir profil çiziyor. Sanki öykü kahramanı, kızıyla kurduğu ilişkisiyle babasına, hatta annesine de “babalığını” ispatlamak istiyor…

Bir rüya ile başlar “Battaniye” öyküsü. Yine rüyalar yani. Bir imgeyle gelmiştir o öykü. Bir tepe pervanesiyle havalandırılan bir meyhanede, dışarıdan baktığımızda neden bir arada olduklarını anlayamayacağımız, aralarındaki rol dağılımı hemen belirleyemeyeceğimiz üç kişi. Öykünün bir yerinde “İyiyim,” der anlatıcı, “herkes ne kadar iyiyse o kadar iyi, ne kadar kötüyse o kadar kötü. Hatalarım var elbet, yanlışlarım; nedenin bilmediğim, bilmeye çaba harcamadığım tuhaflıklarım.” O üç kişinin de birbirini böyle gördüğü, hayata bu pencereden baktığı bir durum. Bu noktadan cevaplayacak olursam, öykünün anlatıcısı her şeyden ve herkesten çok babalığını kendisine ispatlamak istiyor. Kendi babalığıyla hesaplaşması sırasında çıkışı olmayan bir sis bulutunun içinde yürüyor; suyla buluşan rakının beyazı kadar yoğun bir sis… O öyküde de, artık hayatta olmayan babanın varlığı çok ilgilendirir beni. Öykü anlatıcısını yine bir baba merkezine göre konumlandırmak istemiştim. Kendisi de baba olan bir anlatıcı. Ama önemli bir fark var. Kızıyla arasındaki mesafe babasıyla arasındaki mesafeyle eşit değil. Olamayacağını, olmaması gerektiğini biliyor ama bir yandan da bunu arzuluyor. Bütün babalar gibi.

– Roland Barthes “Yas Günlüğü” isimli kitabında, “İnsanın, artık sevdiği kişi hayatta olmadan yaşayabilmesi onu sanıldığından daha az sevmiş olduğu anlamına mı gelir?” diye soruyor. Geçen yıl siz de babanızı kaybettiniz ve kitabınızın genel ruh haline baktığımızda baba kavramının hissettirdikleri ile hesaplaşmasına tanık oluyoruz. Siz, babanız olmadan yaşamaya bu kitabı yazarak mı alıştınız?

Bu kitabın kişisel bir karşılığı var; bunu daha önce birkaç söyleşide söyledim zaten. Ama bu kişisellik öykülerle soğukkanlı bir ilişki kurmama engel olmadı. Yapış yapış bir duygusallığı pek sevmem çünkü. “İyi Uykular” öyküsü dışında kontrollü davrandığımı biliyorum. O öykünün de deyim yerindeyse ‘inleyen-mızıldanan’ bir öykü olmasını istemiyordum. Size garip gelebilir ama kimi yerlerine gülüyorum o öykünün. Babalarla oğullar arasında kimsenin bilmediği bir kahkaha vardır, işte ben de o kahkahayla gülüyorum. Roland Barthes aynı kitapta “Herkesin kendi keder ritmi vardır,” der. Ben de kederimi kendi ritmimde yaşadım, yaşayacağım. Bu yaşama, bana seslerle-sözlerle- cümlelerle geliyor, öyküler oluyor ve çok mutluyum bundan. Kederin kahkahasıyla yazmayı seviyorum, gülen bir keder benimkisi.

– Kertenkele isimli öykünüzde şöyle diyorsunuz: “Tek bildiğim ihanetin çiçeksiz bir bitki olduğu; güneş ışığı fazlaca düşünce üstüne, yeşil yaprakları sararıyor, göze batmaya başlıyor.” İhanet, bir türlü iyi gitmeyen evlilik kurumu, mutsuz kadınlar ve erkekler… Evlilikte olmayacağını iddia ettiğimiz ihanet ve mutsuz olma ihtimali, ilişki puzzle’nın olmazsa olmaz bir parçası mı?

Yedi Derste Vicdan Muhasebesi isimli kitabımda bir öykü vardır: “Şey…” O öykü geldi aklıma. İhanet, mutsuz evlilikler, sadece toplumsal bir sözleşmenin yerine getirilmesi zorunluluğu yüzünden atılan imzalar, daraltılmış alanlarında hareket yeteneklerini kaybeden ruhlar, evlilikteki evcilik oyunları, sahte fotoğraflar… Evlerde yetiştirilen salon bitkileri kadar mutsuz, varoluşunu o bitkiler üstünden tanımlamak zorunda bırakılan kadınlar kadar huysuz, o bitkilerin ruhunu bulamamış toprakları gibi kurumuş erkekler kadar umutsuz… Bir şekilde soluyor o salon bitkileri; nesilden nesile aktarılan kulaktan dolma bilgilerle yeşertilmeye çalışılsa da soluyor… Toprağına yumurta kabuğu koy, yapraklarını sirkeli bezle sil, yerini değiştir, güneş görsün, güneş görmesin… Umutsuz çırpınışlar. Karakterlerimin hesaplaştığını söylediğim orta sınıf ahlakı karşılığını burada buluyor işte. Bu karakterlerin alıp veremediği kurumlarla değil, o kurumları bir formülün için oturtmaya çalışan üst anlatıcıyla. Düzenle, sistemle, iktidarla, gelenekle… Bütün bu meselelerle edebiyatın içinde hesaplaşmaya çalışıyorum.

– Yazar dostunuz Ayfer Tunç da bir öykünüzde var. Kırmızı’da, dostu Ayfer’in yanında olmaktan keyif alan, onu bir gölge gibi izleyen bir kahramana dönüşüyorsunuz: “Ayfer’le şehrin, hikayelerin, insanların arasına karışmak hoşuma gidiyordu. Bütün o yürüyüşlerden, sohbetlerden çıkacak bir hikayenin içinde olmak umudu mutlu ediyordu beni. Aynı anda binlerce hayat yaşayabilen, hatta bu yüzden gerektiğinde kendi hayatını Novalgine’e emanet eden biriydi Ayfer. O hayatların içinde ben de olayım, beni de yazsın istiyordum.” Bir yazar, başka bir yazarın cümlelerinde olmayı neden ister? Yoksa sadece Ayfer Tunç’un hikayelerinde mi olmak istiyorsunuz?

Bunları söyleyen öykünün anlatıcısı, ben miyim? Yanında dolaştığı Ayfer, Ayfer Tunç mu? Bilemeyiz. Şaka bir yana, iyi bir edebiyatçının gölgesi olmaktan mutlu olan bir ben-anlatıcının dilinden dinleriz öyküyü. O anlatıcının dedikleri, kitap aşığı, has edebiyat tutkunu herkes için geçerli değil midir? Öykü karakterine Ayfer adını verirken, herkesin Ayfer Tunç diyeceğini düşünmemiştim aslında. O konuda en güzel tepki Ayfer Tunç’un kendisinden geldi; öyküyü dosya halindeyken okudu ve yorumlarını bu isim meselesine hiç takılmadan yaptı. Sadece yakın çevrem yakalar bu göndermeyi derken, herkes Ayfer Tunç demeye başladı. Hoşuma gidiyor bu. Ayfer Tunç, Murat Gülsoy ve ben dostuz, hem de çok şanslıyız çünkü üçümüzün de hayatı kitaplarla çevrili. Bir hikayemdeki isimden böyle bir ortak-algı oluşması ne kadar hoş. “Murat Gülsoy’lu bir öykü neden yok?” diyenler bile oldu. Bu soruyu bir daha soran olursa “Kim demiş yok diye, biraz dikkatli bakın,” diye oyunlu bir cevap vermeliyim. Ama bütün bunların dışında tıpkı “Sarmaşık” öyküsünde olduğu gibi, “Kırmızı” öyküsünün ben-anlatıcısı da edebiyatla, kitaplarla, yazmak eylemiyle iç içe bir yaşamın öznesidir. Hepimiz bir yazarın cümlelerinde olmak isteriz, bize kendi hayatımızı iyi edebiyattan başka hiçbir şey anlatamaz ki. Ayrıca şunu söyleyeyim bir dostu olarak, edebiyatı seven ve sürekli bunun sohbetlerini yapan bir arkadaşı olarak Ayfer Tunç’un edebiyatın bir yerinde benden izler vardır mutlaka. Ama ben neredeyim diye aramam kendimi: Ayfer, Murat, Hayalet Gemi arkadaşlarım ve sevdiğim onlarca yazarın her bir metninde kendimi anlamaya çalışmak yeter bana.

Not: Söyleşiyi yapan Özge Ercan’a ve kapak fotoğrafı için Cansu Boğuşlu’ya da bir kez daha teşekkür ederim.

Yorumlar (5)

Sizi okumak çok büyük bir zevk. İyi ki varsınız, iyi ki yazıyorsunuz…

Röportajla ilgili "öykü kahramanına dair" söylediğiniz şeylere bayıldım. 🙂 Öykülerinizi gözlerim dolu dolu okudum ben. Belki başkası bunları hissetmeyecekti, belki başkası "Ne güzel öykülermiş…" diyecek ve geçecekti. Ama benim için, okuduğum en iyi öykülerden oldular onlar. Çok iyi anladım sizi. "Ne kadar biz gibiymiş…" dedim okurken hep. Röportajınızda da aynı samimiyeti görüyorum. Kutlarım sizi. Çok sevdiğimiz ve duymaya çok alıştığımız bir sesten sonra, okumaya bayıldığımız bir kalem de olmayı başardığınız için. 🙂 Ve teşekkür ederim, samimiyetiniz için.

Geceleri yaşayıp, gündüzleri yok olan kimsesiz şiirler için. Evet, ufuk çizgisinde bekleyen bir fil vardı. Gözlerimle gördüm. Yemin ederim.

Ah Yekta Kopan!

Güzel bir ayraçsınız artık, öykü kitaplarımda.

Ece…

iyi ki kitapçıda rafta duran kitabınız tam kasaya giderken gözüme ilişti…iyi ki okudum… iyi ki sizinle tanıştım…artık daha güçlüyüm…pek çok açıdan…yaşamadan hazırım yaşayacaklarıma…

bir yorum bırakın