Günlerin Köpüğü sinemaya uyarlanınca…

“Günlerin Köpüğü”nü 1984 yılında okumuştum. On altı yaşımdaydım. Heyecanlı ve aşıktım. Kitabın büyük bir bölümünü Kuğulu Park’ın banklarında okuyup bitirmiştim. Bildiğim bir okuma deneyiminin sunduğundan çok farklı sayfalar vardı karşımda. Farklı bir dünya. Ama o özel dünyanın, yeni kelimelerin, farklı anlatımların, özgür zaman-mekan anlayışının içinde öyle bir aşk hikayesi duruyordu ki karşımda bitmeyen bir coşkuyla, ezberlemek istercesine okumuş, sonrasında da yorulmaz bir Boris Vian takipçisi haline gelmiştim.

Boris Vian edebiyatının önemli bir yeri vardır hayatımda. Türkçeye çevrilmiş bütün eserlerini defalrca okudum. Her yaşımda yeniden anlamaya, tanımlamaya çalıştım. Otuz dokuz yıllık bir ömrün farklı disiplinlerden gelen bakış açısını ve savaş yılları ruhunu bir potada eritme çabasını araştırdım. Öğrenmek için elimden geleni yaptım. Yine de her okuduğumda yeni bir nokta ile karşılaşırım.

Bu okuma-araştırma yolculuğunda, fitili yakan, başı çeken “Günlerin Köpüğü” olmuştur. Hep yanımdadır. Bu nedenle kitabın Michel Gondry tarafından sinemaya uyarlanacağı haberini aldığımda çok heyecanlanmıştım. Film hep o Avrupalı-Fransız ruhunu koruyacak, hem Vian’ın dil oyunlarına sadık kalacak, hem Gondry gibi önceki filmleriyle çoğu kişiyi avcununu içine almış bir yönetmen tarafından görselleştirilecek… Heyecanlanmak normal. Gerçi çok sevdiğim romanların, hikayelerin sinemaya uyarlanmalarında hep temkinli olmaya çalışırım ama bu saydığım nedenlerle temkini elden bırakmıştım.

Keşke bırakmasaymışım… Belki o zaman “Günlerin Köpüğü” uyarlamasının sevdiğim-sevebileceğim yönerlini parlatır, sevmediğim yönlerini mümkün olduğunca görmezden gelirdim. Ama olmadı.

Tam da “Ot” dergisinin yeni sayısına Boris Vian’a bir saygı duruşu yazısı yazıp, Günlerin Köpüğü’nü şöylesine de olsa gözden geçirdiğim günlerin sonrasında gittim filme. Salondaki yedi kişi başladık beklemeye. Fragmanını önceden izlediğim (hatta Fil Uçuşu’nda paylaştığım) için nasıl bir plastik dünyayla karşılşacağımı biliyordum. Jenerik bu dünyanın nasıl bir kurgu hızıyla ve kamera hareketi anlayışıyla hikayeleştirileceği konusunda ipuçları verdi. Sonra…

Sonra… başladım üzülmeye. İyi bildiğim romanların, sevdiğim sinemacılar tarafından yapılan uyarlamalarında bazı meraklarım olur. Benim zihnimde canlananla o sinemacının zihninde canlanan ne kadar örtüşüyor, ne kadar ayrışıyor, yönetmen kimi edebi anlatımları görselleştirmek için nasıl çareler bulmuş, ben olsam ne yapmak isterdim gibi… Gondry herşeyden önce Vian’ın dilde rahatlıkla yaptığı, normalleştirerek kurduğu dünyayı çokça zorlanarak, üstünü fosforlu kalemle çizerek perdeye aktarmış. Vian’ın mühendis zihni mekanik dünyayı sorgular. Savaşın hizmetinde bir makineleşme, sanayileşme, tektipleşme Vian’ın dünyasında şaşırtıcı ama tedirgin edici şekilde karşımıza çıkar. Hatta bir antitezle bu dönüşümün savaşın değil sevginin hizmetine sunulmasını önerir neredeyse. Üstelik bunları yaparken de yukarıdan değil normalleştirdiği bir seviyeden konuşur. Oysa Gondry filminin bütün görsel anlatımını bu “numaralara” yaslayınca içi boşalıyor. Numaralar deyişim boşa değil, çünkü Vian’ın kurduğu yeni dili sinemada kuramayınca yaptıklarınız sadece “numara” oluyor. Colin ile Chloé’nin benzersiz aşkı böyle güme giderken Chick’in Jean Sol Partre tutkusu da giderek bri “komiklik” katkısına dönüşüyor. Üstelik güldürmeyen bir komiklik. Oysa Vian romanında -hem de Sarte’ın en çok konuşulduğu dönemde- varoluşçulukla hesaplaşmayı, en azından ince ince dalgasını geçmeyi bilir. Filmde Partre kitaplarının ecza baskıları sahnesinde olduğu gibi iyi işlemesini beklediğimiz sahneler bile, hızlı kurgunun görsel bombardımanı altında ezilip gidiyor oysa. Vian filmi izleseydi bu karmaşa temposuna dayanabilir ya da dayanmak ister miydi diye düşünmeden edemiyor insan…

Chloé’nin içine ölümcül nilüferin yerleştiği sahnedeki gibi şaşırtıcı ve etkileyici çözümler de yok değil. Çok sevdiğim bir sinemacı olan Gondry’nin hakkını tümüyle yemek istemem. Ama söz konusu olan bir Vian romanı olunca, o sevmediğim kimliği cüzdanıma koyup, zor beğenen izleyicilerden birine dönüşüyorum sanırım. Savaşların elden aldığı gençliği, aşkı ve yüzyılın karmaşısını Vian’ın şenlikli ama “sade” anlatımıyla okumayı tercih ederim. Anahtar kelime -her şeye rağmen- sade olmak. “Chloé öldü,” cümlesinin sade ve derinden sarsan varlığının görsel karşılığını filmde bulamadım açıkçası. Evet, kitaba sırtını yaslamış bir evren yaratılmış. Evet, dil oyunlarına destek veren kadraj oyunları yapılmış. Evet, kimi sahneler tam da Vian’ın istediği gibi caz kokuyor. Evet, eşyanın doğası değiştirilmiş. Evet, evet, evet. Ama bütün bu “evet”lere karşı filmin toplamı benim için “hayır”.

Belki de özel sevgimden dolayı beklentim çok yukarıdaydı. Belki de kendimi doldurdum. Ama sonuçta bir hayal kırıklığı ile döndüm eve. On altı yaşımdan beri kitaplığımın baş köşesinde olan baskıyı elime aldım. Birkaç satır okumam toparlanmama yetti.

 

Comments (3)

Başlığınızı görünce sayfanın açılmasını bile zor bekledim: Fil Uçuşu'ndan haberdar oluş günümü hatırladım birden Yekta Kopan.
Arama motoruna Boris Vian yazdığımda çıkmıştı blogunuz. İşlerinizi takip etmekten büyük keyif aldığımdan, blogunuzu görünce karşımda; hem de Boris Vian etiketiyle, nasıl mutlu olmuştum, kelime dökmem gerçekten zor olur.
Arada sırada internete Boris Vian yazarım. Bana hayatımın en farklı, tanıdğım tüm cümlelerden, hayalimdeki sahnelerden çok daha farklı bir dünyayı tattıran Yüreksöken kitabı nedeniyle. ÖYle ki, Beşiktaş ile Beyoğlu'ndaki bütün Yüreksöken'leri alıp, sevdiklerime göndermekten bir hâl olmuştum: Bu dünyadan herkes haberdar olsun istiyordum. Herkes görmeliydi mavi uçan salyangozları, kafese kapatılan ve sevgiyle hapsedilen çocukları, tüm absürdlüklerin yarattığı yürek çarpıntılarını herkes yaşamalıydı.
Günlerin Köpüğü filmini izlemedim, ama bir Boris'e daha rastlayınca blogunuzda kendimi daha fazla tutamadım. Sizin için de değerli bir yeri olduğu için kime , neye bilmiyorum ama birşeylere teşekkür edesim geldi 🙂 Filmle ilgili yazdıklarınızı da okuyunca , Bukowski'nin yazın yıllarını anlatan filmini izlediğimde hissettiklerim geldi aklıma. Yazınız üzerine ben de izleyip, çıkarımlar yapmaya karar verdim. Çok güzel bir Pazar olsun herkes için.

g

Ben de bu konuyla ilgili olarak yıllar önce "Bırakalım özünde kalsın!" başlıklı bir yazı yazmıştım siteme. Ama gerçekten de tutan bir şeyin hemen farklı türlerinin denenmesi her zaman olumlu sonuçlar vermiyor. Kitap olarak piyasaya çıkan bir eser, bırakalım öyle kalsın. Hemen kameralar açılmasın beyaz perde için, film senaryoları yazılmaya başlanmasın, kitaptaki karakterlere en çok yakışan oyuncu arayışlarına girilmesin… Bir şeyin kitabı güzel diye, onun sinema filmi de güzel olacak değil ya! Bizler o şeyi nasıl tanıdıysak, nasıl sevdiysek bırakalım o ilk halinde kalsın…

Bu filme gelince, kitabını okumadığım için konusu ve görselleri bende merak uyandırdı. 🙂

Yillarca ve defalarca yasanan hayal kirikliklarinin sonunda kitabini okudugum filme gitmemek ya da fimini gordugum kitabi okumamak gerektigine ikna oldum. Okurken benim zihnimde/ruhumda cektigim/yarattigim film/dunyanin yonetmeninkiyle ortusmesi ya da filmi gordukten sonra kendi filmimi cekebilme olasiligim kac binde kactir acaba? Bir tek istisna hatirliyorum ki yeni Anna Karenina! O kadar zekice bir kurguydu ki saygiyla onunle egilip bu yeni dunyayi keyifle icime sindirdim.

Leave a comment