Çocukluğum dedemin ve babamın daktilo tıkırtılarını dinleyerek geçti. Dedemin “A” klavye daktilosu biraz daha yasaklı bölgeydi. Babamın “F” klavyesine dokunma iznini koparttığım zamanı gayet iyi hatırlıyorum. Rulonun tıkırtısı, şaryonun dibe dayanışında çıkan zil sesi, tuşların sayfaya çat çat vuruşu… Şerit takarken boyanan eller, iki renkli şerit kullanınca büyük harflerde kalan kırmızı lekeler. İyi basmayan harflerin ayrı bir şiddet gerektirmesi. O şiddetin, kullanmama izin verilen pelürlerde açtığı delikler. Şerit eskidikçe karbon kopyaların silikleşmesi. Özlemişim. Geçmişe özlem duymak gibi bir his değil…
Edebiyat
Aklımda Yücel Balku var iki gündür. Yaş aldıkça hayattan, zamansız giden dostların hayali varlığına sığınıyor insan. Murat Gülsoy’la, Yücel’i konuşuyoruz sık sık; yakında yeniden yayımlanacak “Tayfanın Seyir Defteri”nin heyecanıyla avunuyoruz. O kitap için Murat’la birlikte kaleme aldığımız mektubu paylaşmak istiyorum bugün de… Ah be Yücel, erken yarım bıraktın bizi… Yücel Balku’ya bir pulsuz mektup Sevgili Yücel; Son görüşmemizin üstünden bir yıl geçmiş. Takvimlere bakmasak anlayamayacağız, günler, aylar, yıllar hangi arada işlerini bitirip, tarihin sayfalarına karışıyorlar. Hem zaten işi ne ki…
Yücel, aramızdan ayrılalı ne kadar çok olmuş. Soğuk, kasvetli, beter bir aralık gününde gelmişti acı haber. Yıl 2003. Hayalet Gemi’nin yazısıyla, yüreğiyle, cüssesiyle dev tayfası yok artık, diye bir haber. Olur mu öyle şey? Oldu. Bursa’ya ağu yağan bir sabahta son yolculuğuna uğurladık dostumuzu. Geçen ay Bursa’da aileyle birlikteydim. Semra Balku bir yanımda, Yücel’in “fotoğrafın çeyrekleri” dediği kızları Eylül ve Şeyda diğer yanımda, lafladık uzun uzun. Yücel’in vedasının ardından, bir yüce gönüllükle “Tayfanın Seyir Defteri: Bitmemiş Külliyat”ı yayımlayan Zeynep Çağlıyor,…
B BELLEK: Yaşananları, öğrenilen konuları, bunların geçmişle ilişkisini bilinçli olarak zihinde saklama gücü, dağarcık, akıl, hafıza, zihin… Bellek için bunları yazıyor sözlük. Alt başlıklar da var; bellek karışıklığı, bellek kaybı, bellek yitimi… Alt başlıkların olumsuz fısıltıları düşündürücü… “Farkındalık” demek belki de en doğrusu olacak; çok daha geniş bir alanı kucaklıyor sanki… Hele de farkında olan kurmaca metnin ta kendisi ise… İşte o zaman, gerçekliği, gerçekliğin yeniden kurgulanışını, hikâye edilişini, aktarılmasını, ‘yapılmasını-bozulmasını’ anlatıyor sanki… Sözler bilince doğru uzuyor… Peki, gerçekten de…
2011 Metin Altıok Şiir Ödülü, Birhan Keskin’in! Az önce, Metin Altıok Şiir Ödülü’nün Birhan Keskin’e verildiğini öğrendim. Yürek zıplatan bir sevinç bu. Aynı cümle içinde iki zirve. Metin Altıok’tan Birhan Keskin’e bir dil çizgisi. Dil’i yürekten söküp açık havaya çıkaran bir şairden, yüreği dil’den bir hırkayla yeniden giydiren şaire el feneri selamı. İnsan olmanın bütün hayvanlığını yazdığı/yaptığı şiirde sorgulamaktan korkmayan, gözüpek bir şiir fotoğrafçısı Birhan Keskin. Öyle bir odak ayarı çekiyor ki deklanşöre basmadan, kareyi gören donup kalıyor. Okurunun nabzına…
Pazar gününü Borges’le geçirmek istedim. Yaşadığı evi, yürüdüğü yolları, hüzünlü mezartaşını izledim. Elbette kendisini de… Kısa bir Borges buluşmasına, Celâl Üster‘in çevirisiyle “Düşler” eşlik etsin. Bedenim istediği kadar Luzern’de, Colorado’da ya da Kahire’de olsun, sabahleyin uyanıp bir kez daha Borges olma alışkanlığımı takındığımda, hiç şaşmaz, Buenos Aires’te geçen bir düşten çıkmışımdır. Düşümde gördüklerim, isterse sıradağlar, sırıkların üstüne kurulmuş kulübelerin yükseldiği bataklıklar, mahzenlere inen sarmal merdivenler, her bir taneciğini saymak zorunda kaldığım kum tepecikleri olsun, hepsi de Buenos Aires’te, Palermo ya…
“Paper back” yani “kağıt ciltli kitap” fikrinin ilk olarak Charles Dickens’tan çıktığını biliyor muydunuz? Ya da Mark Twain’in kaderinin Şili’ye koka ticaretine giderken bindiği nehir gemisinde değiştiğini? Peki Edgar Allan Poe’nun son günü, bütün hayatını özetleyecek kadar hüzünle mi doluydu? D.H.Lawrence’ın hayatı boyunca yapmak istediğinin “Uyuyan Güzel” masalını çağdaş yaşama aktarmak olduğunu kaç kişi biliyor? Büyük edebiyatçıların yaşamları hakkında pek çok kitap yazılmıştır bugüne kadar. Kimileri bir gizli sandığı açma, deyim yerindeyse kirli çarşafları ortaya sermek amacındadır. Kimileri, o yazarın…
Y YOSUN KOKUSU: Öyle çok başlık çıkabilir ki bu öyküden… Unutulmuş, unutturulmuş, kabuğunun değişimi saklanmış bir İstanbul’dan on üç adımlık avluya tek güvercin kanadıyla gelen sevince kadar… Açlık grevinden bir şahinin gözlerinden okunan o çarpılmış şehrin ruhuna kadar… Bir de çamaşır günü avluya serilen nemli çarşaftan burunlara vuran küf kokusu vardır. O koku yosun kokusuna dönüşür, köpük köpük, çöp çöp yayılır belleklere, bir ufak hatıranın peşinde sürüklenen bedenlere… Gün gelir, zincirler kırılır, nemli çarşaf kokusunda aranan deniz bir kol boyu…
Kara Kedinin Gölgesi adlı kitabım 2005 yılında yayımlandı. Her kitap özeldir ama bu kitabın bendeki yeri biraz farklıdır. Temür Köran’ın desenlerinin de bu kitap bütününün oluşmasında büyük bir önemi vardır. Geçenlerde, edebiyatımızın çok özlediği Füsun Akatlı’nın, Kara Kedinin Gölgesi için Milliyet Kitap Eki’nde yazdıkları çıktı karşıma. (Yine aynı kitap için yapılmış bir-iki söyleşi de buldum dosyalar arasında, belki daha sonra onları da paylaşırım.) İşte, övgüsüyle, uyarısıyla Füsun Akatlı’nın kaleminden Kara Kedinin Gölgesi. “ARTIK, ÖYKÜCÜLÜĞÜMÜZDE YEKTA KOPAN’IN ÖZGÜN BİR YERİ VAR…”…
17 Şubat Perşembe sabahı, saat 10.30 civarında, Taksim’de Gezi Pastanesi’nde çekildi bu fotoğraf. “Fotoğraf çektirmeyi pek sevmiyorum ama blogum için lazım,” dedim. “Çok zaman ayırabiliyor musun bloguna?” dedi, “Elimden geldiğince,” dedim. Gülümsedi. Önceliği twitter’a veriyormuş, “Çünkü bir blog yazarı olmak için çok tembelim,” dedi. Ben de güldüm. Fotoğraf makinesinin karşısında benden çok daha rahat bir adam Alain De Botton. Dünyanın birçok yerinde, birçok objektifin karşısında zaman geçirmenin bir sonucu olsa gerek. Kimileri ona “gündelik yaşam kılavuzu” diyor. Ben yine de,…