Türk sinemasının kimine göre seri üretim içinde olduğu, kimine göre altın çağını yaşadığı yıllar hepimizin bellek koridorlarında birden çok kapının açılmasına neden olan yıllardır. Cumhuriyet projesinin sosyal hareketlerinin beyazperdedeki karşılıkları içinde zengin kızlar, fakir oğlanlar, kenar mahalle bıçkınları, fabrikatör babalar, kötü yola düşen anneler, sınıfsal farklılıkları temsil etmek istercesine ortalıkta dolaşan aşçılar, uşaklar, şoförler… Aşk, çekirdek aile kavramına ulaşmak için gereken bir eylemdir; genç kızlar anne olmak özlemlerini, yakışıklı delikanlılar evlerinin kadını olacak açılmamış çiçeği aradıklarını vurgular her fırsatta. Kadının…
Anı
Antony’nin 39 kişilik “Filarmonia İstanbul Orkestrası” ile birlikte Açık Hava’da verdiği konser, benzersiz konserler listesindeki yerini hemen aldı. (2007’de Şan Tiyatrosu’ndaki konseriyle birlikte tabii ki.) Sözün en güçlü müzik olduğunu bir kez daha hatırlattı bize muhteşem Antony. Sesi Açık Hava tiyatrosundan çıkıp ulaşabildiği her yere yayıldı. Konser sonunda kuliste ziyaretine gidenlerle daha da mutlu oldu. Beyhan Murphy ve Peter Murphy’nin tebrikleriyle yüzü güldü. İsteyen herkesle fotoğraf çektirdi. Ama en büyük sürpriz, o gece Antakya’da bir konseri olduğu için konsere gelemeyen…
Bir dosta veda etmek zor. Beklenmedik bir anda, hayatın umut dolu cümlelerinin arasından geçerken veda etmek zorunda kalmak daha da zor. Meriç Soylu ile 25 Mayıs günü, NTV canlı yayınında oturup İş Sanat’ın 2011-2012 sezonunu nasıl geçirdiğini konuşmuştuk. Yayından önce gülüşmüştük. Yıllar önce birlikte yaptığımız ilk yayında çok heyecanlıydı, eli ayağı titremişti. Ama o gün öylesine rahattı ki. İlk yayınında neredeyse bir saat önce kamera karşısına geçip beklemeye başlayan Meriç, “Yayına on dakika kaldı,” dediğimde “İyi daha çok zamanımız varmış,”…
Ayrıntılara girmeyeceğim. Ama sadece “benim için özel bir an’dı” diyerek de geçiştirmeyeceğim. O kitabın, Wolfgang Borchert imzalı Üzgün Sardunyalar‘ın elime geçtiği an’da, o ilk öyküyü okuduğum an’da yaşadıklarımı paylaşmalıyım ki başlıktaki soru bir anlam taşısın. Bir öykünün okunma an’ını her yönüyle aramalıyız ki, okurluk denen o biricik varoluşun bize özel karşılıklarını bulabilelim. Çoğu kitap ve bende yeri olan çoğu metin için yaptığım bir şeydir bu.; sorduğum soru basittir: Ben o metinle nasıl bir ilişki kurdum? Ne zaman, hangi fiziksel ve ruhsal…
Gitmek istediğimiz yerin geride kaldığını söyleyince “Çevireyim mi?” diyor Gezim. Sözünün arabayı geri vitese takmak ya da U dönüşü yapmak anlamına geldiğinin farkındayız; “Çevirme!” diyoruz. Türkçenin yöreye has kullanımına alışığız. Zaten yola çıkarken “Ne kadar sürer?” dediğimizde, “Uzatmaz!” demesinden sohbetin nasıl ilerleyeceği belli. Ha uzun sürmez demiş, ha uzatmaz. Sonuçta, bal gibi anlaşıyoruz. Gezim Berisha, üç gündür her ihtiyacımızda yanımıza koşan ve bizi Prizren-Priştine arasında getirip götüren taksi şoförü. 2006 model aracını 3000 avroya almış, hemen taksi yapmış. Araba fiyatlarının…
Prizren‘de her gören “Şadırvan’dan su içtin mi?” diye soruyor. O meşhur “Şadırvandan su içen mutlaka buraya bir kere daha gelir,” sözüne inanmayan yok çünkü. Üstelik herkes bunun gerçek olmasını, bir gelenin bir daha gelmesini, gelip de kalmasını istiyor. İnsanlarla sohbet etmeyi seviyorlar. Arasta Çarşısı‘nın girişinde karşımıza çıkan bu küçük kızın darbukayı böyle havalı tuttuğuna bakmayın. Öylesine vurmaktan başka bir amaç için kullanmıyor. Belki anlayamadığımız derin bir yeteneği var da, göstermek istemiyor. Darbukacı Kız’dan elli metre ileride karşımıza çıkan bu çocuklar…
Babalar Günü’ydü; saat on ikiyi geçti gün bitti. Böylesi özelleştirilmiş günleri pek sevmese de insan, uzak duramıyor o duygudan. Bilmem… Belki de durmak istemiyor. O gerçeği reddetme hakkı yok mu her oğulun; yok mu o bir daha yaşanmayacak buluşmanın, yapılamayacak konuşmanın hayalini kurmak hakkı? Gün içinde telefona gidivermez mi eli insanın; kendi haline gülerek? Erkenden uyanıp el öpmeye gitmek istemez mi beden; ruhun inelemesini dinlemeden? Olur bunlar; hepsi olur. “İyi Uykular” isimli öykümü okudum; bir hüzün yaratıp acıma duygularını kaşımak için…
Romain Gary‘nin, Emile Ajar adıyla yazdığı muhteşem romanı Onca Yoksulluk Varken‘i ilk olarak yirmi yaşımda okumuşum. Gary-Ajar olayından en az romanın kendisi kadar etkilenişimi, yazarın her iki isimle yazdığı romanlara büyük bir açlıkla saldırışımı gayet net hatılrıyorum. Kitabın sonundaki Emile Ajar’ın Yaşamı ve Ölümü isimli metni defalarca okumuş, kimi noktaları referans alarak kendime yeni okuma haritaları çıkarmıştım. Sonraki yıllar boyunca, kitapsever biri, okuma önerisi istediğinde aklıma ilk anda gelen kitaplardan biri olmuştur bu kitap. Elbette bu tutukuda, Vivet Kanetti‘nin mahir…
Ablamın arkadaşıydı Eftal Küçük. Arada bir eve de gelirdi. Ankara Ballıbaba Sokaktaki sobalı evin salonunda otururlardı. Ablam yedi yaş küçük kardeşinin ‘ayak altında’ dolanmasını pek istemezdi herhalde. Ama kendimi alamazdım “gitar çalan ağabeye” bakmaktan. Bir keresinde de farklı bir aletle gelmişti; hayatımda ilk kez buzuki görmüştüm ben de. Sonrasında çocukluk hayranlığı yerini, Yeni Türkü hayranlığına ve o unutulmaz Akdeniz Akdeniz albümünü, nota nota ezberlemeye bıraktı. Eftal Küçük’ün albümdeki katkısı yadsınamaz ama özellikle Yaşar Miraç’ın sözleri, Selim Atakan’ın bestesi ve Zerrin…
Yirmili yaşlarımda, çalışma masamın karşısındaki mantar panoya raptiye ile tutturulmuş fotoğraflardan birinde Marilyn Monroe bir tren garı gülümsemesiyle bana bakardı. Fotoğrafta bu ikon oyuncunun gülümsemesi kadar, o garda olma hali hoşuma giderdi. Sağa sola koşturan insanlar, gidenler, gelenler… Bütün o hayat acelesinin içinde gidenlerden biri olduğumu düşünürdüm sanırım; çoğu genç gibi ben de gidebilmenin mümkün olduğu bir yetişkinliğin hayalini kuruyordum sanırım. Üstelik bu hayalimi, böyle güzel bir gülümseyişle üst üste bindirmek de hoşuma gidiyordu. Neredeyse bütün filmlerini defalarca izlediğim, hem…