Bir seçim süreci daha geride kaldı. Her anlamda yorucu oldu. En büyük yorgunluğu da zihinlerimizde hissettik. en azından benim için öyle… Aylardır doğru dürüst çalışamıyorum. Elimde birden çok dosya var. Öyküler, roman taslağı ve dahası… Hepsi bir kenarda duruyor öylece. Bir ara kendimi toparladım, çalışmaya ağırlık verdim ama onda da korkunç deprem felaketini yaşadık. O zor günler bitti, seçim süreciyle başlayan yorucu günler başladı. Sözün özü çalışmak mümkün değildi. Bütün bu acıların, deliliğin, koşturmanın içinde çalışmayı başaranlar da var. Sanırım…
Günden Kalanlar
29 Mayıs 1976 tarihinde müzisyen Mesut Aytunca’nın öldürülmesi haberi ilgimi çekti. Mesut Aytunca önemli bir müzisyen ve dönemi için devrimci bir karakter. Hem gitar çalma tekniğiyle hem düzenlemeleriyle hem yaptığı müziği İstanbul sınırlarında tutmayıp Anadolu’ya taşıma isteğiyle, hem de bütün bunları eşcinselliğini saklamadan yapma-yaşama cesaretiyle. Bir cinayete kurban gidiyor, bir garsoniyerde çorapla boğulmuş olarak bulunuyor. Cinayetin ardında cinsellikle örülmüş bir hikâye var. Ama cinayetin ve katilin yakalanışının tam hikayesine ulaşamadım. Sadece katilin ünlü çizer Bedri Koraman’ın çizdiği bir robot resimle…
16 Eylül’de ZorluPSM’nin onuncu yaşı kutlandı. Kutlamada sahnede Fazıl Say vardı. Opus 100 “Hayat Ağacı Süiti” ilk kez dinleyiciyle buluştu. Eserlerin solisti Jamal Aliyev idi. Bu muhteşem kutlamaya Refik Anadol’un eserden yola çıkarak oluşturduğu veri heykeli eşlik etti. Ben de gecenin sunumunu yaptım. Böyle bir gecede, böyle isimlerle aynı sahnede olmak değerli ve heyecan vericiydi. Fazıl’la kaçıncı sahne birlikteliğimiz oldu, bilmiyorum. Her seferinde doğal bir anlatım yakalamayı başarıyoruz. Bunda Fazıl’ın samimiyetinin büyük bir rolü var. Bir de sahnede her tür…
Tükenmişlik hissi. “Ben ne yapıyorum?” sorusu. Bitmek bilmez bir yorgunluk. O kadar çok kişiden duyuyorum ki bunları. Kimilerine göre covid sonrasının etkileri, dünyanın yeni belalarından biri. Sanki herkes gri bir bölgede. Bu depresyon kıyısında olma haline eklenen unutkanlık hali var bir de… Tuhaf zamanlardan geçiyoruz yine. İki gün önce beni de yakaladı o ruh hali. Tam da yakında videolar yüklemeyi düşündüğüm youtube kanalıyla ilgili çalışıyordum. Notlar, yazılar, okumalar falan… Birden ”tükendim”. O kadar işte… Fişim çekildi sanki. Derin bir mutsuzluk…
Fazıl Say ile 5 Temmuz’da Enka Sanat’ta vereceği konser öncesinde Schubert dinliyorum. Çünkü programda Schubert’in Si bemol Majör Sonatı da var. Sarsıcı bir eser. Schubert 1828 yılında, ölümünden hemen önce bestelemiş eseri. 31 yaşında hayata veda edecek ve 25 yaşından beri frenginin getirdiği sağlık sorunlarıyla uğraşıyor. Üstelik ekonomik olarak da çökmüş. O kadar genç yaşında 1000’e yakın esere imza atmış. Bunların bir kısmının da para kazanabilmek için bestelediği, sipariş eserler olduğunu düşünüyorum. Bir yandan para kazanma derdi, bir yandan Beethooven’a…
Bir süredir sosyal medyada, özellikle Twitter’da sınırlı zaman geçiriyorum. Sınırlı zaman tam durumu açıklayan tanım oluyor; çünkü akıllı telefonumun üzerindeki bütün sosyal medya uygulamalarına süre sınırı koydum. Elbette istesem bu sınırı kaldırabilir ya da süreyi esnetebilirim ama yapmıyorum. Çünkü bu durum giderek daha çok hoşuma gitmeye ve bana iyi gelmeye başladı. İlk zamanlar bir şeyler kaçırdığım, bir şeylerden uzak kaldığım ve bazı sesleri duyamaz olduğum duygusu hakimdi. Giderek o sessizlik halinin değerini anladım. Duymak istediğim seslerin bir süre sonra gürültüye…
Fil Uçuşu’nda açtığım başlıklar var. Seri yazılar. Emma Peel bunlardan biri. Daha eski yıllarda Bayan Tekil Birey serisi vardı. O Esnada Başka Bir Yerde var mesela… Farklı başlıklar. Günden Kalanlar da bu başlıklardan biriydi. Bir çeşit günlük. Son olarak 39 numaralı Günden Kalanlar’ı 2015 yılında yazmışım. O tarihten bu yana günlük yazmadığım anlamına gelmiyor bu suskunluk. Defter sayfalarında çokça not-yazı vardır. Ama düzenin bozulduğu da bir gerçek. Bu yılın ilk yarısında çok seyahat ettim. Yurt dışı seyahatleri de var; İngiltere,…