O OSMAN DEDE: Kırşehirli subay emeklisi Osman Dede. Beyaz entarisiyle küçük odasında gün geçiren, namazını aksatmayan, okumaya-yazmaya düşkün, kedilere tutkun Osman Dede. Cumhuriyetin ilk öğretmenlerinden, şapka devriminin ateşli savunucusu, kızlarının aydın babası Osman Dede. Günün birinde, bir kitap almaya yolladığı torunu, kazların saldırısına uğrayıp, dedesine öfkeyle çıkışınca, yıllar sonra ortaya çıkacak günlüğüne şu iç parçalayan cümleleri yazan kırılgan Osman Dede: “En küçük torunum bugün beni azarladı. Küstüm ona.” (Erdal Öz, Dedem Bana Küsmüş)
Öykü Sözlüğü
K KİM / KİMİNLE / NEREDE / NE YAPTI / KİM GÖRDÜ / NE DEDİ: Çocukluk yıllarından kalma bir oyun. Bu kahkaha dolu oyun Selçuk Baran’ın satırlarında insanın canını acıtan bir törene dönüşür. Elbette öykü kahramanı karı-koca da gülerler ama hüzünlü aşklarında bu neşenin sonsuz olmayacağı bellidir. Dünyanın boşalması ile canı yanan koca kendi gerçekliğinin sınırlarına hapsoldukça kahrolur kadın; oysa ne de çok sevmektedir. “Çokbilmiş Nancy Reagan pala bıyıklı Afgan partizanlarından biriyle Adana’da kebap yedi. Bunu gören Prenses Diana kıskançlığından…
H HARP: Alman ordularının Polonya’ya girdiği haberi zengin babalarının hediyeleri bisikletlerle dolaşan iri-kıyım çocukların ağızlarından duyulur Sarıkum’da. Bu küçük kasabanın, dünyanın bütün kötülüklerinden uzak gibi duran atmosferinde, anlatıcının çocuk dünyası harp ile hesaplaşır… “Kahrolasıcalar, doyamadılar, doyamadılar…” diyen ninesi, genel savaşta ölen dayısının anısı, “Yurtta sulh, cihanda sulh,” diyen Ata’nın ruhu, Taksim’deki Anıt’ın önünde ağlayarak “Ayrılmayacağız,” diyen kız… Ama Ata’nın sözünü dinlememiştir Almanlar… Ayrılmayacağız çığlıkları sözde kalmıştır, Ata’nın yolundan ayrılmışlardır… Sarıkum’un ter içinde kalan sokaklarına gece inerken, harbin yok ediciliği çocuk…
H HABERMAS: Frankfurt Okulundan Jürgen Habermas, Memet Baydur’un kısa metninde, sosyal bireyin yakın çevresinin sorgulanmasını sağlayan bir aktör olarak yerini alır. Hayatdünyası sorgulanmalıdır. Altılı ganyanda küçük bir servet batıran anlatıcı, “Bileydim Habermas’a oynardım,” diye düşünürken okuru felsefe tarihi içinde küçük bir gezintiye çıkarır. Hegel, Marks, Weber, Rousseau, Descartes, Bataille, Derrida, Foucault… Anlatıcının beyninde sadece bu isimler değil, başka isimler de dolaşmaktadır; at yarışlarında kendisini yatıran atların isimleri… Normal olanla patalojik olan arasındaki farkın düşünüldüğü iki kişilik bir yürüyüştür felsefe tarihinde…
G GÜROL’UN ANNESİ: “Gürol’un annesi her şeyin en doğrusunu bilirdi,” diye başlar Fatih Özgüven’in öyküsü. Gerçekten de her şeyin, özellikle de anne-oğul arasındaki ilişki dinamiklerinin nasıl olması gerektiğini en iyi o bilir: Dünyanın geri kalanına sunduklarından ne daha azı ne daha fazlasıdır oğluna sundukları… Gürol kendini bildi bileli annesinin çevresinin eşit haklara sahip, yaşsız, cinsiyetsiz bir üyesidir… Amerika ile Türkiye, anne kucağı ile sevgili memeleri arasında bir düşünce girdabında dönüp duran Gürol’un düşünceleri, okurun burnunda keskin bir tuzruhu kokusu bırakır….
Y YILAN: Hatırlarım, güzel, güneşli bir gündü. Kır gezintimiz sırasında, o koca yılan babamı sokup öldürdü. Böylece kabilenin başına ben geçtim. (Ferit Edgü, Yılan)
A AYAKKABICI BÜRJENİ: Efendim kunduracımız sizi görmek istiyor / Söyleyiniz yukarı çıksın / Efendim sizi beklettiğimden dolayı affınızı istirham ederim fakat kabahat bendenizde değil / Djizmelerinizi yapmaya verdiğim işçi daha bu sabah getirdi / Herkes kendi işinin aynı zamanda görülmesini arzu ettiğinden bu vakitlerde işler pek sıkıdır / Koundralarımla djizmelerimi getirdiniz mi? / Evet efendim getirdim lütfen bir kere giyiniz prova ediniz / İptida djinizmelre bakayem / Buyurun kulaklarından tutunuz / Bunlar pek tar / Ayağıma giyemiyorum / Müsaade buyurun…
S SOYGUN: “Yeni Dalga” filmlerinin komşusu bir öykünün merkezindedir soygun. Yoksa “Film Noir” başyapıtlarıyla mı akrabalık kurmalı? Bütçesini bütünleyemeyen “banka, berber, bakkal, balık” evreninde sıkışmış anlatıcı… Banka soygunundan sonra her zaman yaptıkları gibi dağ evine sığınan çocuk ve kız… Soygundan sonra ikisini kanunun elinden kurtarmak, ölüme yakın duran bedenleriyle hesaplaşmalarında muhasebeyi tutmak, silahlarının ortağı olmak… Anlatıcının bütçe açığı sadece sıkıştığı dar evrende değil, hesapsızca girdiği bu farklı gerçeklik düzleminde de karşısındadır. Öykü boyunca tekrarlanan nice simgeden biri öykünün sonunda tekrar…
S SİNEKLER: “Bunun bu kadar korkunç bir şey olabileceğini önceden tahmin edememiştim” diye başlar öyküsüne Orhan Duru. Ben-anlatıcının başı sineklerle fena halde derttedir. Hem de ne dert! Savaşmayı, iradesiyle çektiği acılara sonuna kadar dayanmayı, hatta üstlerine “Hekzachlorciclohexan ihtiva eden” bir ilaç sıkarak toptan yok etmeyi denese de başarılı olamaz. Sanki sineklerle insanlar arasındaki bitmek bilmez savaş bir evde, bir kişinin yaşam alanında geçmektedir. Sinekler evi ve bedeni istila ettikçe insanlık tarihinin kaçınılmaz yenilgisi okura göz kırpar. Ama anlatıcı pes etmemeye…
M MİKAİL: Öykümüzün kilometre taşlarından biri olan “Aziz Bey Hadisesi” kitabının, duygusal coğrafyamızın haritasını okul çantalarımıza koyan öyküsüdür “Mikal’in Kalbi Durdu”… Anadol marka otomobili, bıyıkları, kara paltosu, sustalısı, Semiramis’e olan aşkı ve “Keşke onu sevseydin, sevmedin, beni mahvettin,” deyişiyle Mikail, öykümüzün nefes almayı bilen karakterlerinden biri olarak sayfalar boyunca okura “Ah!” çektirir. Onu böylesine gerçek ve yürek parçalayan bir karakter yapan, aşkının büyüklüğü kadar, “öykü anlatıcısı”nın insan olma halini aktarmadaki becerisidir. Sadece giriş paragrafı bile ne çok şey söyler: “Mikail’in…