Genel

21 Şub: Diyet

  Sevgilim… Ya da artık sana ne dememi istiyorsan? Diyebilir miyim peki, sence dilim varır mı? Sevgilim… Meğer her ayrılık sevdiğin bir şairin intiharı gibiymiş. Beden kendini sonsuza gömüyor, sadece dizeler ve duygular kalıyor geriye. Şu anda, tam da şu anda, ruhumu silkeleyen öpüşünü hatırlamaya çalışıyorum. Olmuyor. Gözümün önüne o sahil kasabasındaki evde -sahi neresiydi orası?- teninin bilgeliğini katarak yaptığın domatesli makarna geliyor. Komik değil mi? Gül o zaman, sen hep gül. Dalgalar denizde dans ediyordu, senin omuzların kıpır kıpırdı….

radiohead

20 Şub: “Dobry den Thom!”

Vltava kenarındaki küçük ama ciddiye alınması gereken müzik dükkânının Yes hayranı tezgâhtarı Jan Stefan konsere gidemediği için üzgün. “Senden bir şey rica ediyorum,” diyor, “Thom, seyircileri Dobry vecer diye selamlarsa, sen de Dobry den Thom, diye bağır!” Prag yılın en kalabalık zamanını yaşıyor. Bir gün öncesinin yağmurlu ve bunaltıcı havası yerini güneşli bir güne bırakmış durumda. Âşıklar Kampa Adasındaki parklarda güneşleniyor, turistler Vltava’da pedal çeviriyor. www.radiohead.com/deadairspace’den gelen haberler güzel ama bir süredir hayranları tedirgin eden bir konu var: Grup gerçekten…

books3

17 Şub: En Beğendiğiniz Kitap Adları

Çok sevdiğim kitap adları vardır. Kimileri yazarın kimileri çevirmenin başarısıdır. Hep düşünmüşümdür Gönülçelen Sallinger’in elbette ama bir parça da Adnan Benk’in değil mi? Ya da özgün adı Survivor olan Gösteri Peygamberi? Kendiliğinden güzel adlar vardır, çevirisiyle değerini kaybetmeyen; Onca Yoksulluk Varken (Romain Gary), Güzel Sanatların Bir Dalı Olarak Cinayet (Thomas De Quincey), Karanlığın Yüreği (Joseph Conrad), Ses Taklitçisi (Thomas Bernhard)… Uzar gider bu liste! Aslında Bernhard’ı her kitabının adını sevdiğim yazarlar listesine alabilirim. Nabokov gibi. Nabokov okumadan geçen yıl eksik…

16 Şub: “Our Bazaar!”

   Kadının dükkâna girmesiyle Ahmet’in bildiği dünya değişti. Tam da öğlen ezanı okunuyordu. Birden caminin hoparlörü bozuldu, tiz bir çığlık kapladı çarşıyı, sonra da kesiliverdi müezzinin sesi. Nazarlığı tutan çivi gevşedi, takvim yere düştü. Enikliğinden beri girişteki paspasın üstünde uyuyan sokak köpeği, havlayarak-hırlayarak, belirsiz bir düşmanı kovalamaya başladı. Kadın içeri girdi, dünya değişti. Bir daha da asla aynı dünya olmadı. Teni öylesine beyaz, saçının kızılı o kadar ışıltılıydı ki, Ahmet’in aklına çocukluğundan kalma bir görüntü düşüverdi: Niğde’de, renklerin birbirine karıştığı bir macuncu…

14 Şub: Bir de Baktım Yoksun: Kaybetmek, Kaybolmak!

Ekim 2009’da yayımlanan kitabım Bir de Baktım Yoksun, 3.baskısını yaptı. Tam da Behçet Çelik’in Notos Öykü’deki eleştirisini okuduğum zamanda gelen yeni baskı haberine çok sevindim elbette. Kendi kitabıma olan ilginin ötesinde öyküye ilgi gösterilmesi memnun ediyor beni. (Yeri gelmişken iki yeni öykücüyü işaret etmek ve Yapı Kredi Yayınları’na bu kitaplar için teşekkür etmek isterim: Yalçın Tosun’dan “Anne, Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler” ile Kerem Işık’dan “Aslında Cennet de Yok”.) Yeni baskısıyla, Bir de Baktım Yoksun durağına bir daha gitmek istedim….

14 Şub: Türkiye’de kişi başına kaç kitap düşüyor?

NTV Tarih dergisinin son sayısında Haluk Oral tarafından kaleme alınan nefis bir yazı var: “Senede Bir Gün’ün ardında Nazım Hikmet mi vardı?” Şarkısıyla ve filmiyle meşhur “Senede Bir Gün” kitabının yolculuğunu tanıklıklarla aktaran ve İhsan (Koza) İpekçi’nin yazdığı kitabın Nazım Hikmet’le bağlantısını ortaya koyan yazıyı (ve elbette son zamanlarda en sevdiğim dergilerden biri olan NTV Tarih’teki diğer yazıları) okumanızı öneririm. Yazıda dikkatimi çeken bir noktadan devam edelim: Senede Bir Gün’ün 1946 tarihli ilk baskısının kapak içini fotoğraf olarak basmış dergi,…

metenga

10 Şub: 2010 Ubor Metenga Buluşmaları: Öyküler Katılımcılarını Bekliyor

22 Şubat 2010 Pazartesi günü saat 20:00’de İKSV’nin Deniz Palas’taki yeni binasının harika mekanı Salon’da Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’la bir edebiyat etkinliği gerçekleştireceğiz. Etkinliğin tanıtım bülteninde şöyle deniyor: “2009’da Can Yayınları tarafından başlatılan ve bu yıl Salon’da devam edecek Can Yayınları 2010 Ubor Metenga Buluşmaları‘nda üç öykü ustası, her ay farklı bir İstanbul öyküsünü çözümleyecek. İlk yapıt, edebiyatımızın büyük isimlerinden Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın “Acıbadem’deki Köşk” adlı öyküsü.” Her şey güzel de nedir bu Ubor Metenga buluşmaları diyenler olabilir. Gerçekten…

asirigurultulu

07 Şub: Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın: “Goethe’mi ye, dalyanak!”

Oskar, kitabın daha ilk bölümünde babasıyla oynadığı bir oyundan söz ediyor: Keşif Seferleri. Evlerinin dışındaki dünyaya düzenledikleri keşif seferleri. İpucu olmamasından rahatsız olan Oskar’ın cevaplanamayan sorusu, bu oyunu farklı okumalara da açıyor: “İpuçlarının yokluğu ipucu mudur?” Karmaşık görünen bu soru, aslında kitabın da merkezinde olan 11 Eylül sonrası Amerikan toplumunun ruh haliyle örtüşen bir durumu işaret ediyor. Oskar, oyunun bir aşamasındaki soruları üstünden ortalama Amerikalının bakış açısını yansıtıyor bize: Hiçbir şey ipucu mudur? Jonathan Safran Foer’in Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz…

05 Şub: Soğukkanlı Romans

Defterlerle ilişkimin ne zaman, nasıl başladığını elbette hatırlıyorum. Uzun hikâye. Bugünden bakınca söylenebilecek olan, bu ilişkinin giderek artan bir şiddette, hadi kendime anlayışlı davranmayayım, hastalıklı bir şekilde sürdüğüdür. Çocuk yaştaki defterlerimden birkaçı bugüne ulaşabildi. Bir iki yıl önce bu defterlerden birinde, dokuz yaşımdayken cebimde taşıdığım bir defterde, ilk roman denememin notlarını buldum. Demek ki o zamandan bu zaman çalışma yöntemlerim pek de değişmemiş. Her zaman yanımda bir defter taşımışımdır. İçinde sadece notlar, kelimeler, cümleler, fikir kırıntıları değil, gündelik yaşamımın parçaları…

volkanoktem1

03 Şub: Volkan Öktem: Bagetlerin Efendisi

Kimileri öndeki adamı-kadını izler konserde; solist vokal göz alıcıdır ne de olsa. Bir de solist enstrümanlar dikkat çeker; rock konserindeyseniz gitarın-gitaristin krallığı tartışılmaz, caz gruplarında saksafondan piyanoya açılır yelpaze. Ama bir de “arkadaki adamlar” vardır; işte ben hangi konsere gidersem gideyim gözlerimi onlardan alamam. Basçı daha kadersizdir kanımca, davulcu ise sadece seyircinin yüreğini hoplatacak bir soloya kalkınca hatırlanır. Özel solo anları dışında “arkadaki adamlar”dan beklenen işlerini aksatmadan yapmalarıdır. Hani vokalist arada sözü unutsa, gitarist iki nota kaydırsa pek anlaşılmaz da…